Nükleer Silah Sevdası

Sansasyonel açıklamalar yapmayı ve bu vesileyle gündemi belirlemeyi seven faşist rejimin şefi Erdoğan geçtiğimiz günlerde bu tür açıklamalarına önemli bir yenilik katarak ilk kez nükleer füze sahibi olmayı arzuladığını dile getirdi. Konuşmasındaki sözleri şöyleydi Erdoğan’ın: “Her şey iyi, güzel de, birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, bir tane, iki tane değil, ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın; ben bunu kabul etmiyorum. Şu anda dünyada gelişmiş ülkeler içerisinde neredeyse nükleer başlıklı füzesi olmayan ülke yok, hepsinde var. Hatta isim vermeyeceğim, bir tanesi şu anda cumhurbaşkanı değil, ziyarete gittiğimde bana dedi ki, ya bize böyle böyle diyorlar, benim elimde şu anda diyor 7500 kadar nükleer başlıklı var. Ama diyor Rusya’nın, Amerika’nın elinde 12500-15000 nükleer başlıklı füze var dedi, ben de yapacağım dedi. Şimdi hale bakın, onlar nerede neyin yarışını yapıyor. Bize de ne diyorlar? Sakın ha sen yapma. Ve yanı başımızda İsrail, var mı? Var ve bütün her şeyiyle onunla korkutuyor. Değerli kardeşlerim, biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz.”

Erdoğan’ın bu sözleri ilk 1-2 gün iktidar medyası tarafından bir milliyetçi-militarist histeri yaratmak istercesine şevkle gündeme sokulmaya çalışılırken birdenbire frene basılarak konu gündemden düşürüldü. Nükleer silah sahibi büyük emperyalist güçlerin dışındaki (İsrail hariç) herhangi bir ülkenin bu konudan bahsetmesi doğal olarak dünyada hızla yankı uyandırdı, kaşların kalkmasına yol açtı. Bunun genel olarak Batı kamuoyu için Erdoğan Türkiye’sinin tıpkı İran ve Kuzey Kore türü bir “haydut devlet” haline gelme arzusu ve çabası olarak görüleceği aşikârdı. Erdoğan’ın özellikle “şu anda çalışma yürüttüklerini” ifade eden sözleri, imzacısı ve tarafı olduğu temel uluslararası anlaşmaları açıkça ihlal ve bir suç itirafı anlamına geldiği için, konuşma metni cumhurbaşkanlığı web sitesine konduğunda bu kısım tahrif edildi ve “şu anda” sözcükleri anlamsız biçimde “şunda” haline getirildi. Dahası sitede haberleştirilerek özetlenen konuşmada nükleer silah konusuna hiç yer verilmedi.

Rejimin sıkça yaptığı üzere demagojik yalanlar da içeren bu sözler Erdoğan’ın ve Türkiye’de kurulmuş olan faşist rejimin doğasını ve geldiği somut noktayı ortaya koyan birçok ipucu vermektedir. Gelişmiş ülkelerin “neredeyse hepsinin” nükleer silah sahibi olduğu açık bir yalandır. Ama Erdoğan’ın üstadı olduğu bu demagojik yalanları bir kenara bırakarak öncelikle Erdoğan’ın böylesi bir açıklamayı yapmasının en dolaysız nedeni olan noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Uzun zamandır söyleyegeldiğimiz gibi Erdoğan içte ve dışta sıkışmıştır, sıkışıklığı artmaktadır. Erdoğan’ın yaptığı, son günlerde özellikle Suriye bağlantılı diğer konu başlıklarında olduğu gibi, açıktan bir tehditti aslında. Sıkıştıkça, tüm diktatörler gibi, her türlü çılgınlığa yönelebilecek karakterde olduğunun işaretlerini veriyordu. Suriye’de izlediği kendi boyunu aşan yayılmacı ve işgalci politikanın illüzyonlarından hâlâ kendini kurtaramamış bir iktidar müptelasının hırs dolu hezeyanını sergilemiş oldu.

Erdoğan bu sözleriyle, şimdiye kadar yürüttüğü ABD ile Rusya arasında bir o yana bir bu yana yatma ve denge kurma siyasetinin tıkandığını, manevra alanının hayli daraldığını, bu siyaseti sürdürmek için kullandığı kartların aşındığını itiraf ediyor. Eğer elimde, söz gelimi bir Pakistan ya da Kuzey Kore gibi nükleer silah olsaydı o zaman Şark kurnazlığına dayalı şantaj ve manevra siyasetimi daha etkili ve uzun süre sürdürebilirdim demek istiyor. Nasıl Suriyeli milyonlarca mülteciyi kast ederek “açarım kapıları, salarım üzerinize” deyip Avrupa’yı tehdit ediyorsa, benzer şekilde diğer ülkelere “elimde nükleer silah var, beni görün ona göre” diye parmak sallayabilmek istiyor. Mevcut dünya gerçeklikleri ve dengeleri içinde faşist rejimin nükleer silah elde etmesi zayıf bir olasılık olarak gözükse de, keyfiliğinin ve hareket serbestisinin kısıtlandığını düşünen çılgın diktatörlerin gözlerini karartıp olmadık maceralara girişmesinin tarihte örnekleri hiç de az değildir.

Türkiye’de nükleer hevesler

Nükleer silahların konvansiyonel silahlardan çok farklı bir nitelik taşıdığı aşikârdır. Bu silahlar bir anda çok büyük tahripkâr sonuçlara yol açma potansiyeli taşıdığı için ülkeler arasındaki genel konvansiyonel askeri güç dengesini nispeten önemsiz hale getirmekte, sahip olan ülkenin eline emsalsiz bir şantaj aracı vermekte. Yayılmacı emelleri olan Erdoğan gibi birisinin ve özellikle Ortadoğu’da riskli siyasi manevralar yapan bir faşist rejimin ağzını sulandıran budur. İşin aslı, kapitalist ülkeler arasında nükleer silaha ulaşan ilk kuşak ülkeler ile Hindistan dışında bu tür silahlara sahip olma sevdasına düşen ülkelerin hemen hemen tamamı olağanüstü rejimlerin hüküm sürdüğü ülkeler olmuştur. Pakistan, Güney Afrika, Türkiye, Arjantin, Brezilya, Mısır gibi ülkeler bu tür rejimlerin hüküm sürdüğü dönemlerde dolaylı ya da dolaysız yollarla nükleer silah sahibi olma çabası gösterdiler. Pakistan darbeci general Ziya ül Hak’ın askeri diktatörlüğü döneminde nükleer programını mahmuzlamış, hatta kendisinin doğrudan satın alamayacağı bazı hassas cihaz ve maddeleri 12 Eylül faşist cuntası altındaki Türkiye üzerinden temin etmeye çalışmıştı. Faşist cuntanın bu gizli işbirliğinin altında elbette Pakistan’ın geliştirdiği nükleer silah teknolojisinden bir biçimde nasiplenmek vardı. Ama bu işbirliği ABD tarafından deşifre edilerek akamete uğratıldı. Yine de Pakistan nükleer silah emeline ulaşmayı başardı.

Benzer biçimde Arjantin de, faşist askeri rejim altında, nükleer silaha daha kolay biçimde yol döşeyen kendine özgü küçük ölçekli reaktör tasarımları yoluna gitmiş, Türkiye’de devlet içindeki faşist ve İslamcı nükleer heveslisi kadrolar 1980’li ve 90’lı yıllarda büyük emperyalist güçlerin dışında bir kanal olarak Arjantin’le temasa geçerek buradan nükleer teknolojiye ve silahlara doğru yol açma çabasına girmişlerdi. Ama bu çaba da başarısız oldu. Bir çırpıda saydığımız bu örnekler, sayısı az olan sanayileşmiş ileri kapitalist ülkeler bir kenara konduğunda, geriye kalan az ve orta gelişmiş kapitalist ülkeler arasında hangilerinin, hangi şartlarda bu tür heveslere kapıldıklarına dair bir fikir vermektedir.

Söz konusu ülkeler ve şartlar dendiğinde bu kapsamda önemli bir boyuta dikkat çekmek gerekiyor elbette. Erdoğan gibi kişilerin başını çektiği türden siyasal hareketler ve bunların bir olağanüstü rejim biçiminde iktidar olmaları kendi başına bir etmendir. Erdoğan ve AKP kadrolarının ana çekirdeği siyasal İslamcı gelenekten gelmektedir. Yaygın olarak bilinmemekle birlikte, Türkiye’de İslamcı geleneğin ve Türk-İslamcı eğilimde olanların öteden beri nükleer enerji ve nükleer silah konularında bir tutkusu vardır. İlgili devlet kurumlarında bu siyasi çizgilere bağlı ya da eğilimli kadrolar bu arzularını sergilemekten hiçbir zaman geri durmamışlardır. Nüfusu Müslüman ağırlıklı ve İslamcı eğilimler taşıyan Ziya ül Hak diktatörlüğü altında Pakistan’ın uluslararası baskı ve engellemelere rağmen 1980’li yıllarda nükleer silahlara ulaşabilmesi de Türkiye’deki bu siyasi eğilim ve kadroların heveslerini arttırmıştır.

Türkiye’deki siyasal İslamcı geleneğin ana kolları hiçbir zaman dini özgürlükler ve sözde mazbut bir “İslami” hayat için mücadele etmekle sınırlı kalmadı. Siyasal İslamcı gelenek daima Osmanlı hayalleriyle, büyük bir İslami imparatorluk tutkusuyla dolu oldu. İslam dünyasının hamisi ve lideri ve dünyanın sayılı birkaç büyük gücünden birisi olunacaktı. Bu vizyonun, doğası gereği emperyalist ve militarist olduğunu özel olarak vurgulamak bile gereksizdir. Bugün İbrahim Karagül türü faşist propagandacıların yazdıklarına bakmak bu vizyonun karakterini anlamak için yeterlidir.

O nedenle AKP iktidara geldikten sonra, Türkiye’nin daha önce birkaç kez akamete uğramış nükleer santral sahibi olma çabalarını yeniden diriltmek için hevesle atıldı. AKP ve Erdoğan için nükleer santral sahibi olmanın tek işlevi yeni bir enerji kaynağına sahip olmak suretiyle enerji kaynaklarını çeşitlendirmek değildi. Nükleer santral içerdiği karmaşık teknolojilerle bir ülkenin genel olarak teknolojik gelişmesini uyarıcı işlev gördüğü gibi, bunun bir anlamda doğal uzantısı olarak nükleer silah geliştirmek için de genel ve özel anlamda teknoloji ve insan kaynağı birikimi sağlar. Dahası somut olarak nükleer santraller nükleer silah yapımında gerekli olan plütonyum gibi bazı nükleer maddelerin de üretimine yol açar. Her ne kadar özelikle 1990 dönemecinden itibaren bu konuda uluslararası sınırlamalar, denetim ve takip ciddi ölçüde artmışsa da, İran örneğinde olduğu gibi bu alanda gizli yollar bulmak tümden imkânsız değildir. Diğer taraftan nükleer santral atık yakıtından plütonyumu ayıklamak şu anda Türkiye’de olmayan son derece ileri teknolojiyi gerektirmektedir.

Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, nükleer santral tartışmalarında ileri sürülen argümanlardan biri olan, “nükleer santral demek nükleer silah demektir” argümanı kaba ve mutlak anlamda doğru olmasa da, bunun tersi de mutlak anlamda doğru değildir. Aslında bu noktadan bakıldığında Erdoğan’ın sözlerinin aynı zamanda şimdiye kadar AKP hükümetlerinin tüm süreci boyunca söylenegelen bir yalanın deşifre olması anlamına geldiğini de belirtmek gerekiyor. Nükleer santral sahibi olma konusunda öteden beri sevdalı olan AKP bu arzunun nükleer silah hevesiyle ilişkili olduğu ya da olabileceği konusunda getirilen eleştirilere karşı hep inkârcı olmuş, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımından başka bir vizyonlarının olmadığını söylemiştir. Şimdi bunun bir yalan olduğu alenen ortaya çıkmış bulunuyor.

Erdoğan’ın sözlerinin nükleer silah elde etme konusunda tam olarak ne anlama geldiği henüz bilinmiyor. Yani Erdoğan blöf yaparak boş bir tehdit mi savuruyor, yoksa somut (ve elbette gizli) birtakım çalışmaları mı ima ediyor? Soyut ihtimaller yelpazesini ortaya koyduğumuzda nükleer silaha ulaşmanın birkaç yolu var. Ya ülke bunu kendi geliştirecektir ya da başka ülkelerden alacaktır. Geliştirme yolu da iki güzergâhtan oluşuyor. Birincisi doğrudan silah odaklı bilimsel-teknik çalışmalarla, ikincisi daha dolaylı ve uzun yoldan, nükleer santral işletme deneyiminin yaratacağı birikim üzerinden, bundan beslenip bununla paralel yürüyen çalışmalarla bir bakıma bir tür yan ürün olarak elde etmek. Her halükârda bunlar azami gizlilik içinde olmak zorunda ki günümüzde Türkiye’nin böylesi kapsamlı bir çalışmayı gizleyebilmesi zordur. Ancak nükleer reaktör/santral yolu üzerinden gitmenin daha sakınımlı ve kamuflaja daha elverişli bir yol olduğu da açıktır. Ne var ki bu aynı zamanda uzun bir yoldur, günün “acil dertlerine” devası yoktur.

Başka ülkelerden temin etme yolu da başka zorluklar içermektedir. Çok özel durumlar dışında, genel olarak hiçbir ülke bir başkasına nükleer silah vermez, böylesi silahların geliştirilmesi çalışmalarını belirleyici düzeyde desteklemez. Nükleer silahların farklı ve özel niteliği bunu getirmektedir. Bunun tarihteki muhtemel bir istisnası ABD’nin İsrail’e yardım etmiş olması ise, bir muhtemel istisna da Çin’in Hindistan karşısında Pakistan’a yardım etmiş olması olabilir. İsrail’in tümüyle özel ve istisnai konumu bir yanda bırakılacak olursa, Çin-Pakistan örneği de ancak zaten hayli ilerlemiş, ulaşılması önlenemez aşamaya gelmiş olan bir nükleer silah programına çıkar hesaplarıyla dâhil olma tutumuyla açıklanabilir. Türkiye’nin böyle çalışmalar yaparak işleri öylesi bir noktaya getirdiğine dair veri yoktur. Bu tür çalışmalar çok kapsamlı olduğundan, kaçınılmaz olarak belirli izler bıraktığından ve belirli hareket tarzları gerektirdiğinden bunları gizlemek son derece zordur. Çok köklü ve komplike bir devlet geleneği olan ve uzun yıllardır tümüyle kapalı bir rejim olan İran bile bunu başaramamıştır. Ancak bu ve benzeri zorluklar arzu ve hevesleri ortadan kaldırmaz. Hele de söz konusu olan Erdoğan gibilerse. Erdoğan’ın özellikle bir İslam ülkesi olarak Pakistan’la bu konuda birtakım temaslara girip girmediğini ya da bu doğrultuda hesapları olup olmadığını bilmiyoruz. Bu ihtimaller göz ardı edilemez, bunu önümüzdeki dönemde göreceğiz.

Yeri gelmişken ek bir husus olarak belirtelim ki, bir ülkenin topraklarında nükleer silah bulunmasıyla o ülkenin nükleer silah sahibi olması aynı şeyler değildir. Nükleer silah sahibi ülkelerin başka ülkelere nükleer silah konuşlandırdığı olmuştur ve halen dünya üzerinde Türkiye dâhil bazı ülkelerde böylesi nükleer silahlar bulunmaktadır. Ama bu o ülkelerin nükleer silah sahibi oldukları anlamına gelmemektedir, zira bu silahların kontrolü hiçbir surette o ülkelerin elinde değildir.

Nükleer silahlar sorunu

Erdoğan’ın sözlerinden bağımsız olarak nükleer silahlar sorunu, aslında iklim meselesinde olduğu gibi, kapitalizmin gezegeni hangi noktaya getirdiğini gösteren önemli bir sorundur. Bu silahların, yıkım potansiyelleri 1945’te Japonya’da sergilendikten sonra bir daha kullanılmamış olmaları, hatta büyük savaşlar çıkmaması için bir tür güvence (“dehşet dengesi”) gibi görülmesi, sorunun vahametinin algılanmasında bir handikap yaratsa da, bu devasa sorun yerli yerinde durmakta, üstelik daha da ağırlaşmaktadır. Erdoğan da dünyanın şimdiden içine sürüklenmiş olduğu ve nükleer riski de kaçınılmaz biçimde barındıran savaş cehennemine kendi çılgın “katkısını” yapmak istemektedir.

Büyük emperyalist güçlerin nükleer silahlara nasıl sahip oldukları zaten bilinen bir konu. Bugün dünyada yüzde 90’ından fazlası ABD ve Rusya’ya ait olan 14 bine yakın nükleer başlık bulunuyor ve bu silahların toplam yıkım gücü, bırakalım uygarlığı ve insanlığı, gezegende tüm canlı hayatını bile ortadan kaldırmaya yetecek düzeydedir. Nükleer başlıkların sayısı esas olarak SSCB’nin dağıldığı 1990 dönemecinden itibaren ciddi ölçüde azaltılsa da (başlık sayısı 60 binden fazlaydı) toplam tahrip gücü açısından dramatik bir gerileme söz konusu değildir. Daha ziyade eski model başlıklar tasfiye edilmiş, yerlerine daha az sayıda, ama daha modern ve etkili başlıklar konmuştur diyebiliriz.

Nükleer silahları ilk geliştiren ABD ve SSCB ile kısa sürede onları takip eden İngiltere ve Fransa daha sonra başka ülkelerin nükleer silah sahibi olmasını ellerinden geldiğince engellemeye çalıştılar. Çok geçmeden Çin de 1964’te yaptığı ilk nükleer denemesiyle bu “nükleer kulübe” dâhil olmuş oldu. Hem nükleer silahların tasfiyesi için verilen toplumsal mücadeleler hem de nükleer silahların yayılmasını önlemek üzere diplomatik faaliyetler 60’lı yıllarda hız kazandı. Sonunda, sadece 1 Ocak 1967’den önce nükleer silah geliştirip test etmiş olan ülkeler, ki bunlar aynı zamanda BM güvenlik kurulunun daimi üyesi olan 5 ülke oluyordu, yasal olarak nükleer silah sahibi ülke statüsünde olabilecekti. Meşhur Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) bu mutabakatın somut ifadesi olarak 1968’de imzaya açılıp 1970’te yürürlüğe kondu. Emperyalist güçlerin nüfuzuyla yıllar içinde imzacıları artan NPT bugün BM üyesi ülkelerin neredeyse tamamını kapsamaktadır. NPT’nin yürürlüğe girmesinden sonraki yıllarda, özel konumu olan ve büyük emperyalist güçlerce korunup kollanan İsrail dışında Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve Apartheid rejimi altındaki Güney Afrika nükleer silaha ulaşmayı başardı. Apartheid rejiminin son bulmasıyla birlikte Güney Afrika geliştirdiği silahları yok etti. 2011 yılında kurulan Güney Sudan hariç tutulursa, NPT’yi imzalamayan sadece 4 BM üyesi bulunmaktadır ki bunlar da az önce zikredilen ülkelerdir. İran da nükleer silah geliştirme konusunda hayli yol kat etmişken, büyük bedeller ödetilerek geriye düşürüldü.

Beş büyük nükleer gücün dışında NPT’nin tarafı ve imzacısı olan diğer ülkeler de imzalama karşılığında bir şeyler almışlardı. Onların da büyük emperyalist ülkelerden talepleri vardı. Pazarlığın bu cephesinde büyük emperyalist güçlerin diğer ülkelere nükleer enerjinin barışçıl kullanımı konusunda yardımcı olması, onlara bu çerçevede teknoloji transfer etmesi ve kendi nükleer silah stoklarını tasfiye edip tam nükleer silahsızlanma doğrultusunda çaba harcamaları vardı. Elbette emperyalistler bu ikinci grup talepler ve taahhütler alanında ipe un serip, kendi bildiklerini okudular. Geriye kalan sadece nükleer enerjinin barışçıl kullanımları (enerji, sağlık, bilimsel araştırma vb.) alanında yapılan sınırlı destek ve işbirlikleri oldu.

Nükleer silahların kısıtlanması ile ilgili olarak uluslararası düzeyde NPT dışında da birçok anlaşma bulunuyor. Bunlar toplam olarak nükleer silahların yayılmasını sınırlamada ve nükleer başlık sayısını azaltmada belki etkili olduysa da genel olarak sonuç hiç de iç açıcı değil. Hatta nükleer silahlar konusundaki son yılların genel gelişme çizgisi tümüyle olumsuz yönde. Sovyetler Birliği’nin gerileme ve çöküş sürecinde başlayıp 1990’lı yıllarda yaşanan ve 2000’li yıllara da sarkan silah azaltımları son bulmuş ve eğri tersine dönmüştür. ABD tarafından da Rusya tarafından da nükleer silahların daha da geliştirip güçlendirileceği ve sayılarının arttırılacağı yönünde açıklamalar geldiği gibi, taraflar silah indirimleri konusunda yapılmış anlaşmalardaki taahhütlerinden çekilmeye başlamışlardır. Diğer taraftan nükleer silah sahibi ülkeler bu silahları kullanma konusundaki geleneksel denebilecek resmi politikalarını giderek daha savaşçı doğrultuda değiştirmekteler. Örneğin kimi ülkelerde “ilk saldıran olmama” ilkesi ya da nükleer silah sahibi olmayan ülkelere karşı nükleer silah kullanmama ilkesi tasfiye edilmektedir. Söz gelimi Hindistan ilk saldıran olmama politikasını şimdi “nükleer silah sahibi olmayan ülkelere karşı” ilk kullanan olmama şekline çevirmişken, Pakistan “eğer Hindistan NPT’yi imzalarsa ben de imzalarım” şeklindeki uzun dönemli politikasını terk etmiştir.

Normalde Türkiye gibi bir ülkede herhangi bir devlet başkanının Erdoğan’ın sarf ettiği türde sözleri söylemesi söz konusu bile olamazdı. Ancak bu saydığımız türde gelişmelerin de işaret ettiği üzere, normal zamanlarda yaşamıyoruz. Erdoğan’ın bunu söyleyebilmesi tam da böylesi bir zamanda mümkün oluyor. Kapitalizm dünya ölçeğinde derin bir bunalım dönemine girmiştir ki biz buna kapitalizmin tarihsel sistem krizi diyoruz. Böylesi bir kriz dolayısıyla bugün dünyada normal zamanlarda pek göremeyeceğimiz sıra dışı gelişmelerle giderek daha sık karşılaşıyoruz. Örneğin, birbiri ardına farklı ülkelerde tüm düzeysizliklerine, sahteliklerine, kaba yalan ve demagojilerine rağmen faşist ve aşırı sağ hareketlerin, örgütlerin, liderlerin sivrilmekte olduğunu görüyoruz. Normal zamanlarda böylesi unsurlara ya gülünüp geçilir ya da basitçe aşağılanırlar. Ama günümüzde bunlar burjuva siyasetinin itibarlı unsurları haline geliyorlar. Bu siyasetler genel olarak daha savaşçı ve militarist bir söylem kullanıyorlar, kitleleri bu doğrultuda etkiliyorlar.

Kapitalizmin bu krizi aynı zamanda öncekilerden farklı tarzda ilerleyen bir dünya savaşını da içeriyor. Tüm dengelerin sarsılıp değişime zorlandığı böylesi bir dönemin özelliklerinden birisi de genel olarak uluslararası ilişkilerin istikrarsızlaşması, uluslararası kurum, kural ve anlaşmaların, teamüllerin otoritesinin sarsılmaya başlaması olmuştur. Genel savaşın bir parçası olarak yerel ve bölgesel savaşlar yayılmakta, sınırlar ve rejimler değişmekte, isyanlar ve çalkantılar artmaktadır. Böylesi bir dünyada eski NPT gibi anlaşmaların da nüfuzunun aşınması beklenebilir türde bir etkidir. Dolayısıyla nükleer silahlar konusunda da önümüzdeki dönemde pek hayırlı olmayan gelişmelerin yaşanması mümkündür. Kapitalist bir düzende yaşıyoruz ve bu düzenin yaşamakta olduğu derin kriz görülmemiş ölçüde çürüme ve pislik üretiyor.

Emekçilerin “büyük güç” masallarıyla zehirlenmesi

Erdoğan’ın nükleer silah hevesini dile getirdiği ve bu konuda çalışma yaptığını ima eden sözleri hiç kuşkusuz içeride kitlelerin milliyetçi önyargılarını gıdıklamayı da amaçlıyordu. Her fırsatta Türkiye’nin askeri teknoloji alanında yeni ve önemli atılımlar yaptığını vurgulaması, milyarlarca dolar savurarak yeni silah sistemleri alma konusundaki icraatı reklâm etmesi vb. hep aynı ideolojik zehrin salgılanması anlamına geliyor. Örgütsüzleştirilmiş ve bilinci gerilere savrulmuş kitlelere “büyük güç” olma övüncünü aşılamaya çalışmaktadır Erdoğan. Bu tür bir bilinç uyuşmasından muzdarip geniş bir kitle, nükleer silahlar ve santraller konusunda tümüyle yanlış bir konuma oturtulmuş durumdadır. Burada sınıf bilinçli işçilerin önemli bir ideolojik mücadele konusu yatmaktadır. Vaktiyle Almanya’yı büyük bir askeri güç haline getirerek tüm Avrupa’nın efendisi yapacağını söyleyen Hitler savaşı başlattığında halkın önemli bölümünü aldatmayı başarmıştı. Savaşın ilk evrelerinde elde edilen zaferler de bu hayalleri besledi ve tereddütlü olanların da önemli bölümünün ikna olmasını sağladı. Böylece o günlere kadarki süreçte tohumları atılan eşi görülmedik insanlık suçlarının idrak edilmesini engelledi. Ama çok geçmeden savaşın derin yıkımı sadece Avrupa’yı vurmakla kalmayıp dönüp Almanya’yı da vurmaya başladığında Alman halkı içine düştüğü korkunç bataklığın niteliğini hissetmeye başladı. Ama artık çok geçti.

Ne yazık ki örgütlü bir süreklilik yoksa aradan geçen birkaç kuşaktan sonra tarihin dersleri unutulabiliyor. Halklar benzer bilinç tutulmalarına tekrar tekrar uğrayabiliyorlar. Aslında Almanya örneği bir yana, bugünkü faşist iktidarın öykündüğü Osmanlı İmparatorluğu da benzer bir felâketin örneğini yaşatmıştır bu toprakların emekçi kitlelerine. Bir çöküş süreci yaşamakta olan imparatorluğu kurtarma ve kayıpları telafi ederek eski şaşaalı günlere dönme hayaliyle ülkeyi savaşa sürükleyen İttihat ve Terakki liderliği, kazanan taraf olacağını düşündüğü Almanya’nın safında yer alarak, günümüzde de söylenegelen nice acılı türkülerin yakılmasına yol açan bir felâketi hazırlamıştır. Bu felâketi yaşayan kuşaklar, savaşın kendi çıkarlarına olmayan, aksine bedelini en çok kendilerinin ödediği, ne denli yıkıcı bir şey olduğunu görmüşlerdi. Halkın bağrından yükselen o türküler savaş coşkusunu ya da kahramanlık öykülerini değil derin acıları yansıtır.

İşte Erdoğan ve başında olduğu faşist rejim Türkiye’yi bu tür yeni yıkımlara doğru sürüklemektedir. Tam da nükleer silah hevesini dile getirdiği Sivas konuşmasında Erdoğan’ın Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşının dışında kalmış olmasından yakınması da onun nasıl da bir savaş sevicisi olduğunu ortaya koymaktadır.[*] Nükleer silah hevesi de bu politikayla tümüyle uyumludur, onu teyit etmektedir. Faşist maceracıların emellerini boşa çıkarmanın temel alanlarından birisi emekçi kitleleri bu “büyük güç” şovenizmine karşı aşılama mücadelesini kararlılıkla devam ettirip güçlendirmektir.


[*]      Erdoğan bu konuşmada şunları söylemiştir: “İkinci Dünya Savaşında fiilen savaşın dışında kalmamız, savaş sonrası yeniden yapılanma çalışmalarında da aynı muameleyi görmemize yol açtı. Hem savaşın yol açtığı ağır yıkımlar, hem de yetersiz altyapı sebebiyle neredeyse bizimle aynı şartlarda kalkınma hamlesine başlayan ülkelerin zamanla bizi fersah fersah geçmelerine seyirci kaldık. Yani bunlardan bir örnek özellikle Güney Kore’dir. Biz Güney Kore’nin çok çok önünde olmamıza rağmen Güney Kore bizi maalesef solladı geçti ve fersah fersah şimdi bizim önümüzde.”

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Nükleer Silah Sevdası, 27 Eylül 2019, https://enternasyonalizm.org/node/277

yayın tarihi: 27 Eylül 2019