Faşist Rejimin Üç Yılına Bir Bakış

Faşist rejimin kurumsallaşmasının anayasal ifadesi olarak boy gösteren “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin birinci yılı geride kalırken, 23 Haziran İstanbul seçiminin ve son süreçte yaşanan siyasi gelişmelerin tescillediği üzere, Erdoğan iktidarının sıkışmaya başladığı görülüyor. 24 Haziran 2018’deki başkanlık ve parlamento seçimlerinin yıldönümünde yaşanan İstanbul yenilgisi, aslında bu sıkışmanın sembolik bir ifadesi de olmuştur. Son yerel seçimleri de atlatınca 4-5 yıl boyunca dilediği gibi hüküm süreceğini düşünen Erdoğan, ilk kez hiç beklemediği kadar ağır bir sandık yenilgisi almıştır. Aylarca bütün Türkiye’de tek adaymışçasına boy göstererek yerel seçimleri bir referanduma dönüştürmesine rağmen, 31 Mart seçimlerinde faşist ittifakın tüm Türkiye’de büyük kayıplar yaşamasını engelleyememiştir. Aslında Erdoğan’ın anayasal yetkilerle donanarak kılıç kuşandığı 8 Temmuz 2018’den bu yana geçen bir yıl zarfında yaşananlar, mızrağın çuvala sığmamaya başladığını net olarak gösteriyordu. Bu bir yılı değerlendirmeden önce, faşist rejimin dönemeç noktalarına ilişkin hatırlatmalar yapmanın, sürecin kavranması açısından da faydalı olacağını düşünüyoruz.

“Türk Tipi” Sivil Faşizm Üzerine başlığıyla yayınladığımız Ocak 2017 tarihli yazımızda, Türkiye’de otoriterleşmeden totaliterleşmeye ilerleyen süreci kaba hatlarıyla özetleyerek şunları söylemiştik:

“Büyük ölçekli siyasal-tarihsel süreçlere noktasal bir başlangıç tarihi vermek genel olarak güç olmakla birlikte, Türkiye’de rejimin son dönemdeki otoriterleşme sürecinin, esas olarak 2011’den itibaren başladığını söyleyebiliriz. O günlerden bu yana, otoriterleşme önce Erdoğan’ın şahsında simgeleşen bir Bonapartlaşma süreci görünümünü aldı, ardından yine yaklaşık olarak 2015’in ikinci yarısından itibaren bir faşist tırmanış sürecine evrildi.[1] Faşist tırmanış süreci de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından getirilen OHAL kararnamelerine dayalı rejimle birlikte artık bir olgunlaşma aşamasına gelmiş oldu. Bu noktadan itibaren OHAL temelinde genel olarak bir faşist rejimin kurulmaya, kurumsallaştırılmaya başladığını söylüyoruz. (…) Faşist gidişatın lideri olarak Erdoğan, bu süreci hayli ilerletmiş, yolun önemli bölümünü geride bırakmıştır, ancak yeni rejimin asıl kurumsallaşması anlamına gelecek «Türk Tipi» başkanlık sistemi henüz yasal ve anayasal olarak kurulmuş değildir. Nitekim şu günlerde telaşla çaba harcanan şey bunu bir an önce gerçekleştirmektir. Bu sürece ilişkin bir diğer temel belirlememiz de şudur ki, gidişat çelişki ve kırılganlıklardan azade, garantili bir gidişat değildir.”

Alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş[2] olmasına rağmen ciddi yapısal sorunlarını aşamayan Türkiye kapitalizminin, önüne koyduğu hedefler açısından yeterli güce sahip olmaması; yabancı sermaye girişine ve dış borçlanmaya bağımlı ekonominin mevcut dünya krizi konjonktüründe iyice kırılgan hale gelmesi; uygulanan büyüme modelinin yeni istihdam yaratmadaki başarısızlığı nedeniyle kronik hale gelen ve kriz koşullarında sıçramalı bir şekilde büyüyen işsizlik; dizginlenemeyen enflasyon; 12 Eylül askeri faşizminden farklı olarak TÜSİAD burjuvazisinin açık desteğinden yoksun olması; toplumun yarısını oluşturan muhalefetin ezilememesi; geçmişte az ya da orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde yaşanan faşist rejimlerin aksine ABD emperyalizminin ve Batı’nın desteğini alamaması, Erdoğan liderliğindeki faşist rejimin zaaflarını, açmazlarını ve sıkışmışlık noktalarını oluşturuyordu. Yanı sıra, Suriye’de odaklaşan emperyalist savaşta izlediği Kürt düşmanı politikanın açık iflasa rağmen devam ettirilmesi ve buna eklemlenen cihatçı dostu politikalarıyla sadece ABD’yle değil Rusya’yla da karşı karşıya gelmesi, rejimin çelişkilerini alabildiğine keskinleştiriyordu. Tüm bunlar, Erdoğan liderliğindeki özgün Türk tipi faşizmin güçlü bir şekilde yükselmesini engellemekte ve onu kırılgan kılmaktaydı.

Bununla birlikte, o süreçte, emperyalist savaşın yarattığı çatlaklardan kendi manevraları için faydalanma şansını halen bulabilmesi, MHP ve Ergenekon’u yanına alarak devlet aygıtı üzerinde tam kontrolü sağlaması milliyetçiliği, korkuları ve nefreti körükleme temelindeki gerici kutuplaştırma siyaseti sayesinde önemli bir oy desteği olması, burjuvazi açısından güçlü bir iktidar alternatifinin bulunmaması ve burjuva muhalefeti milliyetçilik tuzağına çekerek felç edebilmesi, elinde faşizmin sopasının gücünü de bulunduran Erdoğan’ın işini kolaylaştırmaktaydı.

15 Temmuz 2016’yı takiben ilan edilen OHAL dönemiyle birlikte mutlak iktidarı ele geçiren Erdoğan, gücünün yanı sıra güçsüzlük noktalarının da farkında olarak aceleyle başkanlık sistemini referanduma sunmuştu. 2017 Nisanında gerçekleştirilen bu referandumda binbir dalavereyle sandıktan “evet” çıkaran rejim, böylelikle kurumsallaşma yolunda önemli bir adım atmış oluyordu. Bununla birlikte, bu referandumdan çıkarılan hileli “evet”e rağmen, Suriye, Kürt sorunu ve ekonomik krizin temel belirleyenleri olduğu kırılganlıkların devam edeceğini ve rejimin bunun üstesinden gelmek için baskıları arttırmak dışında bir seçeneğinin olmadığını da çeşitli yazılarımızda tespit etmiştik.

Erdoğan bu gayrimeşru referandumun hemen ardından AKP’nin de resmen başına geçerek “partili cumhurbaşkanı” adı altında faşist parti-devlet sistemini yerleştirmeye koyulmuştu. Ne var ki, ezici çoğunluğu oluşturan bir kitle desteğine sahip olmadığını da görmüştü. Zira Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya, Mersin başta olmak üzere pek çok büyük kentte “hayır oyları” çoğunluktaydı. Nitekim hemen referandumun ardından bir kez daha şu tespiti yapmıştık: “Derinlerde yatan hoşnutsuzluk yavaş yavaş dışa vurmaya, Erdoğan’ın etkisi belli ölçülerde erozyona uğramaya başlıyor. Giderek derinleşen krizin ve referandum sonrasına ertelenen saldırıların bu süreci hızlandırıp olgunlaştırması olasıdır.”[3]

Ancak aynı yazımızda şunu da belirmiştik: “Ne var ki, bu noktada da sabırlı ve planlı bir çalışmayı enerjik bir şekilde yürütme gereğinin yanısıra, abartıdan ve boş beklentilerden uzak durma gereği bir o kadar önemlidir. Krizin derinleşmesi ve hak gasplarına dönük artan saldırılarla gençlik ve işçi sınıfı içerisinde huzursuzluk ve hoşnutsuzluk artacaktır, bu doğru. Ancak faşizm koşulları ağırlaştıkça, bu hoşnutsuzluğun kendisini dışa vurma yollarının giderek tıkanacağını da göz ardı etmemek gerekiyor. Hoşnutsuzluğun siyasal biçimler kazanması, sınıfın geniş kitlelerinin siyasal tercihlerinde bir değişim olması kendiliğinden ve doğrudan gerçekleşmiyor. Emekçi kitlelerin gündelik yaşamı ve mücadelesi ile siyasal eğilimleri arasına egemenlerin medya tekeli çok güçlü bir belirleyen olarak girmektedir. Deneyimsiz, gerçek bir örgütlülükten yoksun olan ve bilinçsiz işçi kitlelerinin yaşananlardan gerekli sonuçları kendiliğinden çıkarabileceğini beklemek boş bir hayal olur.”

O süreçte dikkat çektiğimiz bir diğer önemli husus da, referandum sonuçlarından hareketle hükümeti uzlaşmaya davet eden CHP ve kimi liberal ideologların beklentilerinin beyhude olduğuydu: “Erdoğan duraksamanın ve geri adım atmanın kendi sonuna giden kaygan bir yola girmek olduğunun farkındadır, bu nedenle faşist rejimi götürebileceği kadar ileriye götürmeye çabalayacaktır. Erdoğan bıraktık muhaliflerle uzlaşmayı, kendi partisi içerisindeki ayrık otlarını bile temizlemeye çabalayacak, parti içi muhalefet ezilecektir.” (agm)

Bu tespitlerimizin tümü doğru çıkmıştır. Türk tipi faşizmde somutlanan Erdoğan rejiminin ne kimilerinin beklediği üzere bir fiskelik canı olan bir rejim olduğu ne de kadiri mutlak, yıkılması imkânsız bir güç abidesi olduğu görülmüştür. Süreci diyalektik bir şekilde kavrayıp değerlendiren enternasyonalist komünistler olarak, birtakım ara duraklardaki güç kayıplarından boş umutlara kapılmadığımız gibi, rejimin kısa sürede yıkılıp gitmemesinden umutsuzluğa ve yılgınlığa da düşmedik. Aksine tarihsel iyimserliğimizi hep koruduk ve işçi sınıfı içinde sabırla ve kararlılıkla çalışmak gerektiğini sürekli vurguladık.

Faşist rejimin kurumsallaşması açısından referandum önemli bir dönemeç noktasıyken, yaklaşık bir yıl sonra, 2018 Şubatında gerçekleştirilen Afrin işgali, bu bağlamda son tuğlaların koyulmakta olduğunun göstergesiydi.[4] Suriye’de Kürtleri tepelemek ve kalıcı bir mevzi elde etmek üzere girişilen bu harekâtın, seçim öncesinde milliyetçiliği yükselterek muhalefeti felç etmek ve tabanı konsolide etmek gibi temel bir hedefi de vardı. Ancak bu, sürecin çelişkilerinden arındığı ve iktidarın muhalefeti tümüyle ezebildiği anlamına gelmiyordu. Aynı yılın Mayıs ayında Bahçeli’nin yaptığı çıkış, aslında çelişkilerin sönümlenmek yerine keskinleştiğini ve bu yüzden rejimin tehditler karşısında ön alma hamlelerine girişmeye başladığını alenen kanıtlıyordu. Uluslararası alanda sıkışan ve derin bir ekonomik krizin sinyallerinin güçlü bir şekilde gelmeye başladığı o günlerde, Bahçeli, 2019’da yapılması gereken cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin erkene alınması gerektiği yönünde bir açıklama yaptı. Bu açıklamayı takiben Erdoğan da apar topar 24 Hazirana bileti kesilmiş bir “erken seçim” ilanında bulundu. Böylece, ekonomik kriz henüz en yakıcı evresine ulaşmadan ve bu durum 2019’da yapılacak yerel seçimlerde AKP’nin oy kaybı biçiminde yansımasını bulmadan gidilecek bir “erken seçim”le faşist rejime sandık meşruiyeti kazandırılmış olacaktı. Plan tasarlandığı şekilde devreye sokuldu ve sonuçta Erdoğan ve AKP-MHP faşist ittifakı o hileli sandıklardan muzaffer çıkmış göründü.

Burada, döne döne vurguladığımız şu hususu bir kez daha hatırlatalım. 2016 Temmuzundaki darbe tezgâhının ardından Türkiye’de faşist bir rejimin inşa edildiği, muhalif kesimler zaman zaman bu nitelemeye başvursa da gerçekte kavranamamıştır. Bunda, parlamento ve seçimlerin görünüşteki varlığı, siyasi partilerin ve sendikaların açık kalmaya devam etmesi, hatta yasal sosyalist parti ve yayınların bile varlığını sürdürmesinin beslediği algı güçlüğü temel rol oynamaktadır. Söz konusu problem, sadece burjuva muhalefette değil sosyalist kesimde de çeşitli yanılsamaları besleyip büyütmüştür. Rejimin baskıları zaman zaman tırmandırıp zaman zaman gevşetmesi, seçim oyunlarına başvurması, yumuşamadan söz etmesi, ardından tam tersi politikaları izlemesi, muhalefet saflarında sadece kafaları karıştırmakla kalmamış, ruhsal salınımları da beraberinde getirmiştir. Büyük beklenti ve coşkulardan büyük yılgınlıklara uzanan bir yelpazeyi kapsayan bu değişken ruh hali, ne yazık ki sağlıklı bir tutum takınılmasını ve buna dayalı bir mücadele hattının örülmesini de zorlaştırmıştır. 24 Haziran 2018 seçimlerinin Erdoğan ve faşist ittifakın galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından da bu salınımlı durum devam etmiştir. Tıpkı referandum sonrasında olduğu gibi bu kez de hayallere kapılıp iktidarın sandık hezimeti yaşayacağını düşünen muhalif kesimlerin büyük bir yılgınlık ve umutsuzluğa kapıldıklarını unutmayalım. “Bu adam başımızdan hiç gitmeyecek” inancını güçlendiren bu ruh halinin, ancak ekonomik krizin toplumsal algıyı derinden sarsmaya başlamasıyla birlikte değişim gösterdiğinin ve giderek yerini yeniden büyük bir öfke ve tepkiye bıraktığının da altını çizelim.

Nitekim 31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimlere de ruh halindeki bu olumlu değişim damgasını vurmuştur. Üstelik söz konusu nesnel koşullar, daha önemli bir etkide bulunarak, AKP tabanını da sarsıntıya uğratmıştır! Yıllardır söylediğimiz gibi, AKP’ye oy veren emekçilerin göz bağlarını yırtan şey “laikçi, aydınlanmacı” saldırgan ve aşağılayıcı dil değil, bizzat ekonomik koşullar ve derinleşen sınıf çelişkileri olmuştur. Erdoğan ve damadı ağzını her açtığında fırlayan dolarla, temel tüketim maddelerine gelen fahiş zamlarla, tırmanan işsizlikle, emekçi kitleler ekonomik krizi en küçük hücrelerine dek hissetmekle kalmamış, altında ezilmeye başlamışlardır. Buna rağmen krizin varlığını bile inkâr eden iktidarın yalanları, aşağılamaları, herkesi düşman/terörist ilan eden azgın bir dile savrulması, işçilerin, çiftçilerin, EYT’lilerin, emeklilerin tepkisini büyütmüştür. Bunu besleyen bir diğer önemli olgu ise, Saray ve besleme burjuvazisinin lüks ve şatafat içindeki yaşamlarını emekçilerin gözüne soka soka bugünlere gelmiş olmalarıdır. Tüm bunlar, AKP’yi gönülden destekleyen emekçi kitlelerde “biz farklı dünyaların insanlarıyız” algısını pekiştirirken, hiç de azımsanmayacak bir kesimde bu gönül bağının kopmasına yol açmıştır. İşte 31 Martta AKP’nin büyük kentlerin neredeyse tamamında aldığı yenilgi, ekonomik krizin tüm şiddetiyle kendini gösterdiği 2018 sonbaharından itibaren oy desteğinde yaşanan kırılmanın bariz göstergesidir. O seçimlerin İstanbul ayağında yapılan açık mazbata gaspı ise bardağı taşıran son damla olmuştur. Nitekim geniş emekçi kitleler bu gaspın intikamını, 23 Haziranda İmamoğlu’nun oy farkını 13 binden 806 bine çıkararak ve onu İstanbul tarihinde görülmemiş bir oy oranıyla (%54) yeniden belediye başkanı yaparak almışlardır. Bunun “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” diyen Erdoğan için bir hezimet olduğu ortadadır.

23 Haziran seçimine giden süreçte, siyaset sahnesinde yeni bir hareketlenmenin ve harmanlanmanın yaşandığını tespit ederken; muhalif kitlelerdeki moral canlanmanın, AKP’ye oy veren geniş kitledeki erimenin, burjuva muhalefetin İmamoğlu’nun şahsında yeni bir lider adayı bulmasının, AKP kadroları içinde kıpırdanışların artmasının, eski kadroların yeni partiler kurma ve örgütlenme çalışmalarının hız kazanmasının ve TÜSİAD’ın seçimin tekrarlanmasına yönelik itirazla başlayan açık bir tutum takınmasının, bu hareketlenme ve harmanlanmanın çeşitli düzeylerini oluşturduğunu belirtmiştik.[5] AKP ve Erdoğan aleyhine işleyen bu etmenler, 23 Haziran sonrasında da temel siyasi dinamikler olarak var olmaya ve siyasi gelişmeleri belirlemeye devam etmektedir. Başkanlık sisteminin lağvedilip parlamenter demokrasiye dayanan yeni bir anayasa hazırlanması çağrıları burjuva muhalefet saflarında giderek daha yüksek sesle dile getirilirken, TÜSİAD da Erdoğan iktidarına yönelik eleştirilerini kuvvetlendirmektedir. Öte yandan AKP’den kopan Babacan-Gül ekibi açıktan bayrak açarak yeni parti çalışmalarını daha da hızlandırmaya başlamıştır. Ne yapacağı net olarak belli olmasa da Davutoğlu da “tek adam yönetimi”ne tepkisini dillendirmeye başlamıştır ve iktidarı “aklını başına almaya” çağırmaktadır. Bunlar AKP içindeki çatlakların ciddi bir yarılma yönünde genişlediğini göstermektedir. AKP medyasının anlı şanlı kalemşorlarından yükselen sesler ve “uyarılar” da rejim açısından gidişatın parlak olmadığını ortaya koymaktadır.

Şimdiye dek böylesi tepkiler bu kadar geniş bir kesim tarafından dillendiril(e)mezdi. Erdoğan, faşist rejimin tipik özelliklerinden biri olarak, mutlak itaat edilen, sorgulanmaz, eleştirilmez bir lider kültü yaratmıştı. Bu kuşkusuz, geniş bir yandaşlar topluluğunun iktidardan nemalanmak için faşist liderlikle simbiyoz bir ilişki içine girme zorunluluğundan kaynaklanıyordu. Elif Çağlı, totaliter rejimlerde liderle onun etrafında kümelenen yandaşlar topluluğu arasındaki bu ilişkiyi şöyle dile getirmektedir:

“Totaliter rejimlerde, toplumsal yaşamın yeniden biçimlendirilmesinden hukukun toplumun düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü yok edecek şekilde elden geçirilmesine dek, her alan liderin emri altına sokulur. Kuşkusuz bu tür bir işleyiş, liderin etrafında kümelenen ve onun attığı her bir adım için birbirleriyle övgü yarıştıran ve böylece bir anlamda da lideri «yoktan var eden» bir yandaşlar topluluğu olmaksızın sürdürülemez. Düzenin çarkları bir kez bu temelde döndürülmeye başlandığında, ruhunu, beynini ve kalemini şeytana satarak liderin yakınına sokulmak üzere diğerlerini çiğnemeye çalışanlar hep olacaktır. Simbiyoz yaşam (iki canlının ortaklaşa yaşamı) örneğindeki gibi, lider ve çevresindeki modern soytarılar takımı, totaliter rejimin çarkları durana dek birbirlerini karşılıklı var etmeye yazgılıdırlar. Bu işleyişin doğal bir kuralı olarak lider eleştirilemez, onun yönetimine karşı çıkılamaz. Yalnızca totaliter rejimi gönülden onaylayıp liderin gönlünü okşayanlar yönetim kademelerinde yer alabilirler.” (Elif Çağlı, Totaliter Diktatörlüğe Hayır, Şubat 2017, marksist.com)

Bugün AKP medyasından ve teşkilatından yüksek sesle çıkan eleştiriler ve “uyarı”lar, aslında rejimin ne kadar sıkıntılı bir durumda olduğunun göstergesidir. Kuşkusuz Erdoğan halen en yalakaları çevresinde tutmaya çalışmakta ve eleştirilere kulaklarını tıkamayı sürdürmektedir. İçinde bulunduğu koşullar onun esnemesine olanak sunmamakta ve bu durum onu daha kırılgan hale getirmektedir. Aslında bütün bu tutumlarıyla, diktatörlerin genel davranış özelliklerini sergilemektedir. Zaten uzak ve yakın tarihteki pek çok örnekte onların sonunu hazırlayan faktörlerden biri de bu özellikleri olmamış mıdır?

2017’deki başkanlık referandumunu takip eden seçimleri tek başına kazanamayacağını görerek ittifak sistemini getiren Erdoğan, son yerel seçimlerin gösterdiği üzere umduğu sonuçları elde edememiştir. “Koalisyonlardan çok çektik, istikrar için başkanlık sistemi şart” diyerek getirilen yeni anayasal sistem, böylelikle ittifak adı altında üstü örtük koalisyonlar doğururken, Türkiye kapitalizminin en derin ekonomik krizlerinden birinin içine yuvarlanmasının önüne geçemediği gibi, yarattığı kutuplaşmayla siyasi gerginliği daha da pekiştirmiştir. 2019’daki yerel seçimleri atlatınca 4-5 yıl boyunca dilediği gibi hüküm süreceğini düşünen Erdoğan, bugün hiç beklemediği bir tabloyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak bu tablo karşısında iktidarı kendiliğinden bırakıp gidecek ya da “demokrasi”ye geçecek değildir. Kimilerinin safiyane beklentilerinin aksine, “yumuşama” ve “normalleşme” yerine milliyetçiliği körüklemekten, yapay kutuplaşma silahına sarılmaktan geri durmayarak gerginliği tırmandırıp güç yitimini engellemeye çalışacağı görülmektedir. Her ne kadar bu silahların eski etkisini kaybettiğini görse de, iktidarını korumak için başka çaresi bulunmamaktadır. Erdoğan bunun işaretlerini seçimlerin hemen ardından vermeye başlamış, makyaj kabilinden birtakım adımlarla vitrini parlatmak dışında hiçbir pozitif değişikliğe gitmeyeceğini göstermiştir. Nitekim Star gazetesi genel yayın yönetmeni Nuh Albayrak’ın son günlerde yazdığı bir yazıda cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin en önemli arızasının “yüzde 50 artı 1” zorunluluğu olduğunu söylemesi, rejim güçlerinin “arızaları gidermek” derken ne tür değişiklikleri hayal ettiklerini ortaya koymaktadır. Faşist rejimin baş borazanlarından olan Star’a belli ki tepelerden, yazının başlığına da taşındığı üzere “yüzde 50 şartı gitmeli, başkanlık sistemi devam etmeli” fikrini dolaşıma sokması emredilmiştir. Reis’in derdi sistemin anti-demokratikliği değil, ileride neden olabileceği “yol kazaları”na karşı şimdiden önlem almaktır.

“Başkan Baba”nın bir yılı

Mevcut durumda rejimin elini zora sokan en büyük sorun, derinleşmesi engellenemeyen ekonomik krizdir. Taban desteğinin artan ölçüde zayıflamasına da neden olan bu sorun, onu içten içe zayıflatıp çatlakların derinleşmesine yol açmaktadır. Erdoğan 2017 referandumuna gidildiği dönemden bu yana başkanlık sistemi görünümündeki Türk tipi faşist rejimi kitlelere “yeni ve büyük Türkiye”nin önünün açacak sihirli değnek olarak sundu. Bu demagojiye göre, yeni sistemin sağladığı “hızlı karar alma ve etkin yönetim” mekanizması sayesinde ekonomik büyüme ivme kazanacak, Türkiye ilk on ülke arasına girecek ve tüm dünyada söz sahibi olan bir güç haline gelecekti. Devleti şirket gibi yöneteceğini söyleyen “Reis”, iş bilen bir şirket CEO’su olarak halka zenginlik ve refah vaat ediyordu! Ekonominin başına da çok güvendiği damadını geçirmişti. Ancak yeni sistemle koltuğa oturmasının üstünden daha iki ay geçmemişti ki, ekonomi tepetaklak oldu. Bir yılın sonundaki vaziyetse resmi rakamlara göre bile bir fecaat tablosu sunmaktadır.

Erdoğan başkanlık seçimleri öncesinde, “24 Haziranda siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz” demişti. Gördük! İŞKUR verilerine göre, 2018 Haziranında 2,6 milyon olan kayıtlı işsiz sayısı, 2019 Haziranında 4,4 milyona yükselerek tarihi bir rekor kırdı. Bu süre boyunca patronlara teşvik üstüne teşvik yağdırılırken işçi ve emekçiler enflasyon ve vergi yükü altında ezildi. Erdoğan’ın vaat ettiği “müreffeh” Türkiye’de nüfusun %60’ı yoksulluk, %20’si açlık sınırının altında yaşamaya itildi.[6] 2018 Haziranında yıllık ortalama enflasyon TÜİK’e göre %11,5 iken, 2019 Haziranında %20’ye çıktı. Erdoğan’ın seçim manifestosunu açıkladığı 2018 Mayısında Merkez Bankası faizi yüzde 8 iken, başkanlık koltuğuna oturduktan üç ay sonra %24’e yükseldi ve bugüne kadar aşağı inmedi. Dolar kuru 4,5 liraydı, 7 liraya çıkıp ancak 5,8 lira civarlarına kadar inebildi; o da şimdilik.

Söz konusu veriler son on beş yılın rekorunu kırarken ve ekonomi “istikrarlı bir şekilde” küçülürken, faşist iktidarın seçim ekonomisi, yandaş sermayeye ve emperyal niyetlerle savaşa harcadığı miktarı belirsiz kaynaklar bütçe dengelerini altüst etmiştir. 2018 Haziranında 2,7 milyar lira olan bütçe açığı bir yıl sonra 12,1 milyar liraya fırlamıştır. Üstelik 2019 için öngörülen bütçe açığı neredeyse yedi ay içinde verilmiş durumdadır. Görüldüğü gibi, Türkiye’yi uçuracaklarını iddia edenler, gerçekte onu paraşütsüz halde derin bir uçurumdan aşağı itmişlerdir!

Bu bir yıl içinde cari açığın azalmasıyla övünen Erdoğan yönetimi, bu azalmanın yatırım harcamalarının ve ithalatın düşmesi, yani üretimin daralması sayesinde yaşandığı gerçeğini gözlerden saklamaya çalışmaktadır. Erdoğan iktidarının “ekonomi vizyonu”nun balondan ibaret olduğu, 10. ve 11. Kalkınma Planlarındaki beklentilere ve bunların gerçekleşme değerlerine bakıldığında da net bir şekilde görülmektedir. “Türkiye’nin uluslararası değer zinciri hiyerarşisinde üst basamaklara çıkmış, yüksek gelir grubu ülkeler arasına girmiş ve mutlak yoksulluk sorununu çözmüş bir ülke haline gelmesi”ni amaçladığı ilan edilen 10. Kalkınma Planının 2018’e yönelik tüm beklentileri boşa çıkmıştır.

Şimdilerde Meclis’e gönderilen 2019-2023 dönemine yönelik 11. Kalkınma Planı da, faşist rejimin ekonomik şahlanma palavralarının çöktüğünün itirafı niteliğindedir. Her iki planın öngörülerini ve gerçekleşen değerleri karşılaştıran aşağıdaki tablodan da görüldüğü gibi, bir önceki planın beklentilerinin yerinde yeller esmekte, yeni planda ise milli gelir ve ihracat beklentisi yarıya indirilerek, işsizlik beklentisiyse iki katına çıkarılarak revize edilmektedir. Saray’ın 2023’e ilişkin vaatlerinin daha önce 2018 için öngördüğü rakamların bile çok gerisinde kalması, ancak Erdoğan’ın sahip olmakla övündüğü meşhur “vizyon”la açıklanabilir herhalde!

 

10. kalkınma planında 2023 hedefleri

11. kalkınma planında 2023 hedefleri

10. kalkınma planında 2018 hedefleri

2018 gerçekleşme

GSYH

2 trilyon $

1,1 trilyon $

1,3 trilyon $

784 milyar dolar $

Kişi başı milli gelir

25.000 $

12.400 dolar

16.000 $

9600 $

İhracat

500 milyar $

226,6 milyar $

227 milyar $

168 milyar $

İşsizlik

%5

%9,9

%7,2

%14 (2018 sonu)

Enflasyon

Tek hane

%5

%4,5

%20,3

Bugün gelinen noktada 454 milyar dolar olan dış borcun nasıl çevrileceği, kredinin nereden bulunacağı da bilinmezliğini korumaktadır. Üstelik bulunan borçlar dolar bazında fahiş faiz oranlarıyla alınabilmektedir ki, bu da borcun küçülmek yerine büyümesine bile neden olabilmektedir. Nitekim dış borcun milli gelire oranının son üç yılda %48’den %61’e çıkması, ülkenin nasıl bir batağa sürüklendiğini de göstermektedir. Faşist iktidar, iflastan kaçınmak için Merkez Bankasının yedek akçesinin Hazine’ye devrinden, kamu bankalarını ve emekçilerin fonlarını soymaktan, yeni vergilerden ve kapalı kapılar ardında hazırlanmakta olan yeni saldırı planlarından medet ummak dışında bir çözüme sahip değildir.

Öte yandan, gidişatın ağır bir çöküş olduğunu gören tekelci sermaye, gerekli tedbirleri bir an önce alması için iktidara basınç bindirmektedir. “Yapısal dönüşüm” denen kapitalist saldırı programının vakit kaybedilmeden uygulamaya sokulmasını, iflas eden şirketlerin batmasına izin verilerek çöküşün şiddetinin azaltılmasını istemektedir. Halkın çok daha ağır bir yıkıma sürüklenmesiyle sonuçlanacak bu adımların hızlı bir şekilde atılmasının siyasi götürüsünün farkında olan Erdoğan, seçimlere kadar bundan kaçınıp saldırıları seçim sonrasına bırakmıştı. Şimdiyse beklemediği İstanbul yenilgisinin partide yol açtığı kaynamayla baş etmek zorunda ve bu durum onun çelişkilerini derinleştiriyor.

Parlamentonun vitrin süsüne dönüştüğü ve siyasi hayatın ağırlık noktasının tümüyle Saray’a kaydığı bu bir yıllık süreçte, rejim iç ve dış politika alanında da büyük bir kilitlenmişlik noktasına gelmiştir. Emperyalist savaşta hangi gücün yanında duracağına karar veremeyen rejim, Rusya ve ABD arasında şamar oğlanına dönmüştür. Dış politikası çıkmaza saplanmış, yalnızlaşmış, her alanda sıkışmıştır. S-400 gerginliği de bu sıkışmanın bir ifadesidir. Öte yandan, Kıbrıs açıklarında yapmaya çalıştığı sondaj çalışmalarıyla bir taraftan Doğu Akdeniz pastasından pay kapmaya çalışırken, bir taraftan da içe ve dışa yönelik gövde gösterisinde bulunmaktadır. Ne var ki bu efelenme şovları gerçek bir güce dayanmamaktadır, koftur. Uluslararası burjuva hukuka aykırı olarak yapılan bu girişimler karşısında yakında AB ve ABD’den ciddi yaptırımların gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Aynı şekilde Kürt sorunu da Türkiye’yi içeriden ve dışarıdan sıkıştırmaya devam etmektedir. İstanbul belediye başkanlığı seçiminde bir kez daha çarpıcı bir şekilde görüldüğü üzere, Kürtler burjuvazi açısından da Türkiye siyasetinin bugünkü yapısında temel belirleyen konumuna gelmişlerdir. Bu, iktidar açısından da burjuva muhalefet açısından da Kürt sorununu es geçerek uzun vadeli bir yol haritası çizmenin olanaksızlığı anlamına gelmektedir. Ne var ki rejimin, tepeden gizli pazarlıklarla, oyunlarla, dümenlerle meseleyi yatıştırabileceğini sanma bönlüğü devam etmektedir. Öte yandan Kürdistan’da estirilen devlet terörü ve Kürt siyasetçiler üzerindeki amansız baskı soluksuz sürdürülmektedir.

Rejimin sıkıştıkça “büyük tehdit algısı” silahına başvurduğu biliniyor. Yerel seçimlere giderken “beka sorunu” söylemiyle tüm muhalefet felç edilmeye ve yandaş taban konsolide edilmeye çalışılmıştı. Ne var ki bu oyundan beklenen sonuç alınamamıştı. Buna rağmen, rejimin elindeki silahların çeşitliliği sınırlıdır ve döne döne aynı oyunlara başvurmak dışında bir şey yapamamaktadır. Son günlerde “TSK içinde deşifre olanlardan çok daha fazla FETÖ üyesi var” denerek yeniden kitlelere korku salma siyasetine başvurulması da bunun bir ifadesidir. Bunu muhalefete yönelik bir temizlik ve pasifikasyon aracı olarak kullanmaktan medet uman faşist iktidar, Suriye ve Irak’a yönelik zaman zaman dillendirdiği ve küçük çaplı olarak hayata geçirdiği askeri hareketlilik gösterileriyle şov yapmaktan da vazgeçmemektedir.

Rejim açısından siyasi baskılarla açmazlar iç içe geçmektedir. Cezaevlerinin %120’yi aşan bir doluluk oranına ulaştığı, sadece “cumhurbaşkanına hakaret” ettiği gerekçesiyle binlerce insanın hapse atıldığı, siyasi tutsakların sayısının 50 bini aştığı Türkiye, 200’den fazla tutuklu gazeteciyle de dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönüştürülmüştür. Buna rağmen muhalefet tamamen susturulamamaktadır.

Bütün gücü tek adamın elinde toplayan faşist rejim, bunu mutlak iktidarın sınırsız avantajı olarak görürken, elindeki bu güçler kısa sürede duman çıkarmaya başlamıştır. Parti genel başkanlığıyla cumhurbaşkanlığını birleştiren Erdoğan’ın her konuya parti genel başkanıymış gibi laf yetiştirmesinin kendi tabanında bile rahatsızlığa yol açtığı görülmektedir. Paçavraya dönen yargı mekanizması tüm güvenilirliğini yitirmiş, parlamento vitrin süsüne dönmüş, bakanlara ulaşamamaktan yakınan AKP milletvekilleri kendilerini “Züğürt Ağa”ya benzetmeye başlamışlardır. Sayesinde muhalefetin sesini kesmek ve duyulmaz kılmak amaçlanırken, sözde tartışma programlarının dahi monologa dönüştürüldüğü Saray medyası, bir zamanların TRT’sinin maruz kaldığı muameleye uğrayarak çoğunluk tarafından izlenmez hale gelmiştir.

En alttaki muhabirinden en üstteki köşe yazarına dek tüm muhalif burjuva medyayı fişleyerek tehdit etmeyi ve muhtemelen yeni saldırı dalgalarıyla susturmayı hedefleyen faşist iktidar, hâlâ bu yöntemlerin işe yarayacağını düşünmektedir ama nafile. Kurucu başkanlığını İbrahim Kalın’ın yaptığı, iktidarın “derin” aygıtlarından SETA’nın, Fethullahçı savcıların google taramalarına dayanan iddianamelerini hatırlatan “uluslararası medyanın uzantıları” adlı fişleme raporu da iktidar blokunun sıkışmışlığının, ifadesi olarak okunmalıdır.

Elindeki medya tekelinin rejimin borazanına dönüştürülmesi; yalanda, talanda sınır tanınmaması; en yalakanın en üst mevkilere getirilmesi prensibiyle medyadan akademiye, bakanlıklardan en küçük devlet dairesine kadar tüm kurumların çapsızlık abideleriyle doldurulması; kaynakların yandaş sermaye gruplarına aktarılması gibi uygulamalar, son seçim sonuçlarına da yansıdığı üzere ters tepmeye başlamıştır.

Önümüzde çok açık ki, sadece rejim güçlerine ve muhalefete değil dünya konjonktürüne de bağlı olarak ekonomik ve siyasal gerilimlerle yüklü bir dönem uzanmaktadır. Bu dönemde burjuvazi içindeki çatışmanın sertleşeceği şimdiden görülürken, daha ağır sömürü koşullarına maruz kalacak emekçi kitleleri de sınıf mücadelesinin şiddetleneceği günler beklemektedir.


[1]        Bkz. Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, 27 Ocak 2016, marksist.com

[2]        Ayrıntılı bir tahlil için Elif Çağlı’nın Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye adlı yazısına (Temmuz 2009, marksist.com) bakılabilir. Bu tahlil, alt-emperyalizm konumunun statik değil, yukarı doğru da aşağı doğru da değişkenlik gösterebilecek bir konum olduğunu da ortaya koymaktadır. Nitekim Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çelişkiler de onun bu konumunu kırılganlaştırmaktadır.

[3]        Referandum Sonrasında Nasıl Bir Döneme Girdik?, EK, Mayıs 2017

[4]        Savaş ve Faşizm: Felâket Yaratanlar Kendi Sonlarını da Hazırlıyorlar, EK, Mart 2018

[5]        23 Haziran’a Giderken, EK, 2 Haziran 2019

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejimin Üç Yılına Bir Bakış, 13 Temmuz 2019, https://enternasyonalizm.org/node/269

yayın tarihi: 16 Temmuz 2019