Seçimlerden kısa bir süre önce, Show TV’deki komedi programı Güldür Güldür’de, Türkiye’de medyanın günümüzdeki durumu üzerine bir skeç yayınlandı. Pozitif Toplantı başlıklı bu skeçte, gazetenin genel yayın yönetmeni telefonda konuştuğu kişiye yaltaklanarak, “hay hay efendim, tabii efendim, bizim de görüşümüz o yönde zaten efendim” diyerek sahneye çıkıyordu. Telefon konuşmasının bitmesiyle toplantı başlıyor ve yayın yönetmeni orada hazır bulunan ekonomi, spor, dış haberler gibi servislerin sorumlularına gazeteciliğin ne olduğunu soruyordu. Aldığı “ülkemizdeki ve dünyadaki olayları tarafsız bir şekilde insanlara aktarmaktır” cevabı karşısında huzursuzca “o işin biraz süsü, yani çok da şey yapmayın” diyor ve ardından derdini daha açık anlatıyordu. “Biraz yorum” katmak, “herkesin yaptığını yapmamak”, “farklı haberler yapmak” gibi süslü laflarla “negatif” manşetlerden uzak durulmasını istiyor ve zam, işsizlik, taşkın gibi en negatif haberlerin bile nasıl “pozitif” manşetlerle verilebileceği üzerine çok “başarılı” örnekler sergiliyordu. Mesela, ekmeğe gelen %20’lik zam haberine “obeziteye tokat”, obezitenin hızla artış gösterdiği haberine “var ki yiyoruz” manşetini attırıyordu. Ama bu bile yeterli olmuyor ve kıvraklığından, başarısından emin olan, terfi bekleyen genel yayın yönetmeni günün sonunda kovulduğunu öğreniyordu. Gazetenin patronu –üstelik yine telefonla– ona kendisi yerine internet fenomeni yeğenini getirdiğini bildiriyordu. Skecin sonunda diğer gazeteciler bu durumu onlara öğretildiği biçimde, “pozitif habercilik” mantığıyla yorumlamaktan geri durmuyordu. İşte bu kısacık skeç yoğun sosyal medya tartışmalarının, ana haber bültenlerinin, gazete manşetlerinin, köşe yazılarının konusu oldu.
Aslında Güldür Güldür, yıllardır yayınlanıyor ve geniş bir izleyici kitlesi var. Medyanın, televizyon programlarının, tartışma programlarının, bu programların değişmeyen figürlerinin, “uzmanlarının” düzeysizliğini konu alan skeçlere sıklıkla yer veriyor. Ancak programın hiçbir skeci söz konusu skeç kadar büyük bir etki yaratmadı. İktidara muhalif kesimlerin bir kısmı, bir ulusal kanalda iktidar medyasına yönelik hiciv içeren bir program izleyebilmiş olmanın şaşkın sevincini yaşadılar adeta. Yapımcı ve oyuncuları cesaretlerinden dolayı kutladılar. İktidarın hışmına uğraması ihtimali karşısında ekibin yanında olduklarını dile getirdiler. Ekibi böyle oyunlar üretmeleri için cesaretlendirmeye çalıştılar. Öte yandan bu durum iktidarın borazanlığını yapan havuz medyasını derinden rahatsız etti. Bu skeç karşısında günümüzün yandaş kalemleri büyük bir alınganlık gösterdiler. Skeci “seçimlerden önce skandal algı operasyonu” başlıklarıyla haber yaptılar, sütun sütun “eleştiri” yazıları döşendiler. Çünkü tüm baskılara rağmen mizah bir kez daha gerçeğin aynası olmuş ve kral çıplak demişti.
Havuz medyasının skeci yerden yere vuran kalemşorları gösterdikleri tepkiyle suçlarının üstünü örtmeye çalışıyorlar. Çünkü bugüne kadar altına imza attıkları yalanların, kitleleri aldatmak için yürüttükleri algı operasyonlarının, bu yolla elde ettikleri ayrıcalık ve arpalıkların ortaya çıkmasından korkuyorlar. Gün gelip onlara bu ayrıcalıkları sağlayan koşulların ortadan kalkmasından, hesap vermek zorunda kalmaktan korkuyorlar. Muhalif kesimlerde bir canlanma, iktidar destekçisi kesimlerde bir çözülme yaratacağı kaygısıyla en ufak bir eleştirinin bile üzerini kapatmaya çalışıyorlar. Gerçeği karanlıkta bırakmak için bitmez tükenmez çabalarıyla, tahammülsüzlükleriyle, suçluluklarını, kirlenmişliklerini, çürümüşlüklerini bir kez daha ortaya koyuyorlar.
Medyanın gücünün farkında olan AKP, iktidara geldiği günden itibaren medyayı dizayn etmek ve kendi medyasını oluşturmak üzere hamleler yaptı. Bu hamlelerden en önemlisi 2013’te o dönem başbakan olan Erdoğan’ın talimatıyla büyük medya kuruluşlarını satın almak üzere bir havuz oluşturulmasıydı. Mehmet Cengiz (Cengiz İnşaat), Nihat Özdemir (Limak İnşaat), Celal Koloğlu (Kolin İnşaat) gibi iktidara yakın iş adamları bu havuza yüz milyonlarca lira aktardılar. “Havuz medyasını” oluşturma hizmetlerinin karşılığında iktidardan milyar dolarlık ihaleler alarak Türkiye’nin en hızlı büyüyen şirketleri arasına girdiler.
2013 yılında Gezi direnişinin karalanması için Kabataş yalanının ortaya atılması, eylemlere katılanların camilerde bira içtiğinin iddia edilmesi, onlarca gazetenin aynı manşetle çıkması iktidarın medya üzerindeki hâkimiyetinin boyutlarını ortaya koymaktaydı. Aynı yıl Erdoğan’ın Habertürk’ten Mehmet Fatih Saraç’ı defalarca arayarak gazetenin haberlerine müdahale ettiği, hatta Devlet Bahçeli’nin konuştuğu yayını kestirdiği de açığa çıkmıştır. “Alo Fatih” skandalı en çok da “Beyefendi”yi üzmekten müteessir olan Fatih Saraç’ın “Beyefendi’ye özürlerini iletmesi” için Bilal Erdoğan’ı aramasıyla hafızalarda yer etmiştir. Bu ilişkiler ağının yanı sıra Saraç’ın özür dilerken dile getirdikleri de iktidar medyasının pespayeliğini gözler önüne sermiştir. Habertürk neyi yayınlayıp neyi yayınlamayacağına karar vermek için TRT’ye bakıyordu ve TRT Bahçeli’nin konuşmasını yayınladığı için kendileri de aynı şeyi yapmakta beis görmemiş, hata etmişlerdi!
Ama iktidar sahiplerinin böyle yol kazalarına tahammülü yoktu. Onlar, tam anlamıyla kontrol altında olan, biat etmiş ve özel propaganda dairesi haline gelmiş bir medya istiyorlardı. Bu nedenle yandaş medyayı dizayn etme çabalarına hız verirken bir yandan da muhalif medya üzerindeki baskıları daha da arttırdılar. 2015’te tamamen keyfi ve antidemokratik düzenlemelerle Özgür Gündem, ANF, sendika.org gibi internet siteleri kapatıldı, pek çok siteye erişim engeli getirildi. Twitter, YouTube gibi sosyal medya ağları ile Wikipedia bile bu yasaklardan nasibini aldı. 2016’da 15 Temmuz karşı-darbesinin ardından gelen OHAL sürecinde çok sayıda medya kuruluşuna el konuldu, muhalif gazete ve televizyoncular işten çıkarıldı, yerlerine yandaş isimler getirildi. Az sayıdaki muhalif kanal cendereye alındı, reklam gelirleri engellendi, RTÜK bu kanallara ceza yağdırdı. Yandaş medya, iktidarın tüm icraatlarını olduğu gibi muhalif medyaya yönelik saldırılarını da meşru gösterme yarışına girdi. Bugün gelinen noktada Erdoğan’ın kitlelere yaptığı konuşmalarda medyaya verdiği talimatları açıkça dile getirmesi medya patronları ve kalemşorları için utanç değil övünç kaynağıdır. Başkanlık referandumunda, 24 Haziran genel seçimlerinde ve 31 Mart yerel seçimlerinde ortaya koyduğu gibi, yandaş medya totaliter rejimin propaganda bürosu, ideolojik saldırı aracı, psikolojik savaş dairesidir.
Totaliter rejimin medyası bugün ikili bir görev üstlenmiştir: Birincisi toplumdaki tüm muhalif odakların sesini boğmak, onları hedef haline getirmek, itibarsızlaştırmak ve şeytanlaştırmaktır. İkincisi ise iktidarı destekleyen kitleler içinde iktidara karşı gelişebilecek hoşnutsuzlukların önünü almak, bu kitleyi korkutup sindirerek, aldatarak çözülmesini engellemek, iktidarın arkasında tutmaktır. Bu amaçla işsizlik, enflasyon, ekonomik kriz gibi “negatif” konularda tüm gerçekler gizleniyor. En ufak bir “pozitif” haber inanılmaz boyutlarda abartılıyor. İktidarın bekası ülkenin bekası olarak kodlanıyor, savaşçı bir söylem benimseniyor. Bu yalanlara kanmayan kesimlere karşı savaş düzenine geçiliyor. Medya eliyle sistematik biçimde Kürt halkının yanı sıra muhalefete oy verenlerden pazarcısına toplumun yarısı terörist ilan ediliyor. Toplumda yaratılan yapay kutuplaşma, şiddet, kadın düşmanlığı, milliyetçilik sınırsızca körükleniyor.
İşte bu medyanın kalemşorları, yandaş gazetelerin gündem toplantılarında yaşananların belki de binde birini bile yansıtmayan bir skeç karşısında rahatsız olup “tarafsızlık” bekliyorlar. Mesela Sabah gazetesinden Melih Altınok, önce “gazetecinin misyonu muhaliflik değil, eleştirelliktir” diyerek kendi “ilkesini” hatırlatıyor. Sonra şöyle soruyor: “Ama madem tiyatrocu arkadaşlarımız bizim meslekle ilgili bir hiciv yapıyorlar, yüzümüzü güldürüyorlar... O halde ben de onların alanlarının en zor yerinden sorayım, gülebiliyorsak sonra hep beraber güleriz. ... Mesela, karikatürize ettikleri hükümete yakın medya gibi, muhalefete yakın medyanın eleştirisini yaparak da güldürebilirler mi?”[1] Sorusunu sorduktan sonra “eleştirmeye” devam ediyor. Halk TV’den Cumhuriyet gazetesine, Kılıçdaroğlu’ndan HDP milletvekillerine muhalif medya organlarını ve siyasetçileri karalamaya girişiyor.
Türkiye Gazetesinden Fuat Uğur ise daha da ileri giderek şöyle diyor: “Aslında ülkemizde iktidarı eleştirmek, ti’ye almak ve icraatlarından mizah malzemesi çıkarmak her zaman kolay ve konforludur. Mizahın kesintiye uğradığı dönemlerin, genellikle darbe dönemleri ve solcu hükûmetlerin iktidarda olduğu yıllara denk gelmesi ise tesadüf değildir. Çünkü Türkiye’de mizah çok «tarafsız»dır.”[2] Bu sözümona gazeteci, darbe ile sol iktidarları birlikte anarak aleni bir çarpıtma ve manipülasyon yapıyor.
Kendilerini güçlüden yana konumlandırmakta mahir olanların tiyatro oyuncularından beklediği “tarafsızlığın” ne anlama geldiğini izah etmeye gerek yok. Zira ortada, tüm güç ve yetkinin tek elde toplandığı, parlamentonun içi boş bir kabuğa dönüştürüldüğü, yüksek seçim kurulundan sayıştayına tüm devlet kurumlarının işlevsizleştirildiği, hukukun ortadan kaldırıldığı, kamu kaynaklarının tümünün kontrolünün tek adamda toplandığı, medyanın iktidarın borazanı kılındığı, muhalif partilerin başkan ve yöneticilerinin bir talimatla hapse atıldıkları, toplumun yarısının ötekileştirilip terörist ilan edildiği, baskı ve zor aygıtlarının alabildiğine tahkim edildiği bir rejim var. Böyle bir rejim dururken “tarafsızlık” adına sesi boğulan muhalefetin “eleştirilmesi” zaten mizah olmazdı! Bu zehirli kalemler için “tarafsızlık”, güçlüyü mağdur, zalimi mazlum, suçluyu haklı göstermek, böylelikle kendi çıkarlarını ifade etmeyen her şeyin ve herkesin baskı altına alınması, karalanması ve ezilmesidir. Suçlarının üzerini örtmek için bir kılıftır. Kendileri en inceliklisinden en kabasına algı operasyonlarının, manipülasyonların âlâsını yaparken basit bir skeci “algı operasyonu” diye yaftalamaları tam da bunun kanıtıdır.
Cehalet ve yalanın iktidarı
Skece gösterdikleri tepki, “siyasette olduğu gibi kültür-sanat alanında da iktidar olmak” arzusuyla yanıp tutuşan iktidar çevrelerinin kültür ve sanat anlayışlarının ne olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Onların kültür-sanat anlayışlarında muhalif fikirler üretme, paylaşma, muktediri eleştirme özgürlüğü yoktur. Kültür-sanat alanında üretimi, itaate ve biate zorladıkları bir toplumla, tepeden inme devlet projeleriyle yapabileceklerini zannedecek kadar kibirlidirler. En ufak bir eleştiriye bile tahammülsüzdürler. Sanatın, kültürün hangi koşullarda geliştiğinden bihaberdirler. Ülkenin sanatsal ve kültürel birikimini hazmetmekten uzak, koyu bir cehaletle malûldürler. Bu birikimi inkâr edecek kadar yalancıdırlar.
Aynı yazısında şöyle diyor Uğur: “Misal Levent Kırca, Müjdat Gezen, Metin Akpınar gibi komedyenlerden bir darbeci asker parodisi izlemişliğimiz yoktur. Sanki Türkiye’de hiç darbe olmamıştır.” Uğur, Metin Akpınar’ın geçtiğimiz aylarda gözaltına alınmasına neden olan ifadelerini hatırlatarak bunları Akpınar’ın darbe seviciliğine kanıt olarak gösteriyor ve ekliyor: “Muhalif komedyenler ve yazarlar, «tarafsız» olduğu için, kazmalıkta önde giden askerî vesayetçileri hiçbir zaman mizah malzemesi yapmaz söz gelimi. Bunu sadece «Sen yap da görelim» kolaycılığına sapmadan cevaplayabilmek zor onlar için. Kimse kendini aldatmasın. Bu durumun korkuyla da izah edilebilir yanı yok. Çünkü muhalif komedyenler ve yazarlar aynı zamanda darbecilerin kendi karşı oldukları iktidarlara ayar vermelerinden çok mutludurlar. Metin Akpınar’ın yukarıda anlattığımız sözleri bunun tartışmasız örneklerinden biri.”
Uğur, bugün iktidarın etrafına toplanmış sanatçıların o gün 12 Eylül darbesine alkış tutanlar olduğunu, o dönemin muhalif sanatçılarınınsa bugün bir kez daha iktidarın hedefinde olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyor. Levent Kırca’nın yıllar evvel yaptığı “kazmalıkta önde giden” darbeci komutan skeçleri, 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından raflardan indirilip yayınlanmış, sosyal medya platformlarında paylaşılmıştı. Müjdat Gezen, 12 Eylül döneminde Nâzım Hikmet’le ilgili bir kitap yazdığı için haftalarca gözaltında tutulmuş ve bu nedenle darbecileri eleştirmekten geri durmamıştı. Metin Akpınar ise, nice kuşağın, darbe dönemini, yasakçı zihniyeti, sağlı sollu iktidarları hicveden oyunlarıyla büyüdüğü usta bir sanatçı. Ama bu aleni gerçekler, konuştukça akıllarının dibi görünen, iktidar sevici kalemşorların umurunda bile değil! Onlar için sanat ve sanatçı iktidara muhalifse gözlerden uzak tutulmalı, kolu kanadı kırılmalı hatta yok edilmelidir! Bu uğurda yalanlar üretmek bu kalemşorların ustalık alanıdır. “Esasen tahkim edilmiş baskı-zor aygıtlarına dayanan otoriter ve totaliter rejimlerde, ideolojik aygıtlar, tam bir kara propaganda makinesine, demagoji ve yalan üretim merkezlerine dönüşürler. Üretilen ideolojik materyalin gerçekçi ve inandırıcı gözükmesi gerekmez; inanan inanır, inanmayan yok edilir! Burjuva demokrasisinin «gönüllü rıza» oluşturmak üzere giriştiği inceltilmiş ideolojik propaganda yöntemleri, yerini, devleti ve militarizmi kutsayan kaba, biatçı, otorite sevici, güce tapınmacı bir söyleme bırakır. Kültür ve sanat alanı da bu doğrultuda cendere altına alınıp boğulur. Görünüşteki «kültürel ve sanatsal faaliyetler», toplumu itaatkârlaştırmak ve tektipleştirmek için kullanılan kaba araçlardır artık.”[3]
Ancak hiçbir araç topluma bütünüyle boyun eğdirmeye, cehalet ve yalanı sonsuza kadar iktidarda tutmaya yetmez. Tarih boyunca ezilenler, iktidarlarının mutlak ve ebedi olduğunu zannedenlere, sırtlarını yalana ve baskıya dayayanlara kafa tutmanın bir yolunu mutlaka bulmuşlardır. Mizah her zaman ezilenlere, o gün için güçsüz görünenlere direnç ve umut vermiştir. Ünlü Rus edebiyat eleştirmeni Bielinski’nin dediği gibi, “doğruyu yalandan ayırmada gülmenin büyük bir yardımı dokunur”. Muktedire gülmek, ona inanmadığını göstermenin bir yoludur. Muktedirlerin gerçek korkusu, mizahtan nefret etmelerinin nedeni tam da budur. Hiç kuşku yok ki bugün mizahı yapılanların yarın düzeni yıkılacaktır.
Enternasyonalist Komünist
[1] Melih Altınok, Sabah gazetesi, 25 Mart 2019
[2] Fuat Uğur, Türkiye gazetesi, 25 Mart 2019
link: Enternasyonalist Komünist, Rejimin Mizah Sancısı, 3 Nisan 2019, https://enternasyonalizm.org/node/259
DP ile AKP, 1957 ile 2019
Yeni Osmanlı’dan yenik İttihatçıya: Kükreyesin var mı?