Mevcut faşist rejimin işleyiş mekaniğinde “demokrasi vitrini”ne de bir işlev biçilmiş olduğu uzunca bir süredir açıklığa kavuşmuş bir konu. Rejim kendisini ciddi bir tehdit altında hissetmedikçe bu vitrinin varlığını sürdürmesinin de şaşırtıcı olmayacağını belirtmek gerek. Bu vitrinin muhafaza edilmesi, en azından şimdilik rejimin önem verdiği konulardan birisi ve seçimler de bunun en temel unsurlarından birini oluşturuyor. Zaten Mart sonuna tarihlenmiş yerel seçimlerden sonra en az 4 yıl boyunca resmi takvim olarak da herhangi bir seçim söz konusu değil. Dolayısıyla rejim, eğer yapmayı uygun görürse, bu son seçimi de kazasız belasız atlatarak ve bir daha uzun süre boyunca bu tür işlerle meşguliyetten de kurtulmuş olarak yoluna devam etme arzusunda.
Ortada bir kez sandık olunca ve sanki gerçekten bir seçim yapılıyormuş izlenimi de geniş halk yığınlarında oluşturulacaksa, o zaman somut ülke koşullarına bağlı olarak bunun da birtakım gerekleri oluyor haliyle. Hele de ortada geniş emekçi yığınları ciddi biçimde sarsmaya başlayan ağır bir ekonomik kriz söz konusu ise, iktidardaki faşizmin özellikle kendisine destekçi kıldığı kitlenin daha fazla kırılmaması için seçim rüşvetleri dağıtması kaçınılmaz olmakta. Nitekim seçim tarihi yaklaştıkça bu tür “müjde” haberleri artmakta. Gerek faşist şefin geçtiğimiz günlerde birinci elden duyurduğu adımlar gerekse de sonrasında hükümet tarafından birbiri ardına ilan edilen benzer kapsamdaki tedbirler bunun örneğini teşkil ediyor. İktidarın ekonomi cephesinde alabildiğine sıkıştığı, bu alandaki sorunların alabildiğine tırmandığı ve bu nedenle gerçekte emekçi kitleleri hedef alan yoğun bir kemer sıkma programının gündemde olduğu şartlarda, bütçe açıklarını daha da arttırıcı bu tür tedbirlerin ortaya atılması, sıkışmanın boyutları hakkında fikir veriyor.
Sıkışma ve ulufe kesesi
Uzun zamandır vurguladığımız üzere, Erdoğan’ın liderliğinde bir faşist rejimin kurulmuş olması egemenlerin sorunlarına kılçıksız bir çözüm bulunduğu anlamına gelmiyor. Başta Suriye sorunu olmak üzere dış politika alanı ile ekonomi alanındaki sıkışma durumu, içeride muhalif bir kitle hareketi ya da ciddi bir muhalefet hareketi yükselmemesine rağmen aşılabilmiş değildir. Böylesi bir muhalefet dinamiğinin yokluğunda faşist iktidar yoğunlaşması sağlanabilmiş, iktidarın iradesini siyasal/hukuksal tüm “ayak bağlarını” fiilen ortadan kaldırarak keyfi biçimde hayata geçirebildiği koşullar oluşmuştur, ama bu keyfiliğe, bu teksesliliğe rağmen tüm o vurguladığımız sıkışma unsurları bertaraf edilebilmiş değildir. Hatta bertaraf edilmek ne kelime, bu alanlardaki sorunlar daha da şiddetlenmekte, bunlara başka bazı alanlardaki sorunlar da eklenmektedir. Faşist rejimin yüzeydeki görünümü olarak başkanlık sisteminin getirilmesi ülkenin refaha ve huzura ulaşacağı, istikrarsızlıkların ortadan kalkacağı, dertlerin hallolacağı propagandasıyla AKP’ye oy veren toplum kesimlerine yutturulmuştu. Şimdi geniş yığınlar bunların hayli uzağında olunduğunun az çok farkında, ama bir çıkış yolu bulamıyor.
Tüm bu sıkışmalar ve sorunlar yumağı içinde iktidarın hayati bir önem yüklediği husus, kendisine uzun yıllardır destekçi haline getirdiği emekçi katmanların bağlılığını muhafaza etmek, bu bağlılığın belirli bir kritik seviyenin altına düşmemesini temin etmek oldu. Çeşitli yöntemler kullanılarak bu konuda başarılı olundu denebilir. Ancak son yıllarda bu bağlılıkta önemli bir erozyon yaşandığı ve kitlenin eski enerji ve motivasyonun hayli uzağında olduğu açıktır. Erdoğan daha önceleri olduğu denli rahat seçim galibiyetleri elde edememekte, bir yandan eskiden söz konusu olmayan seçim ittifaklarına yaslanmakta diğer yandan ise genel olarak baskıyı ve seçimler söz konusu olduğunda da özellikle hile faktörünü geniş ölçekte devreye sokmaktadır.
Erdoğan çok uzun zamandır bu destekçi kitleyi büyütme çabasını bırakmış durumda, zira bunun çoktan bir doğal sınıra ulaştığı ve daha ötesinin imkânsız olduğu aşikâr olduğu gibi bir gerilemenin de çoktandır başlamış olduğu aşikâr. İşin aslı 2002’den 2010’lara kadar gelen dönemde bu doğrultuda çaba vardı ve sonuç alınabiliyordu. Ama sonrasında hedef, mevcudu korumaya, sağlamlaştırmaya, kaybı sınırlamaya dönüştü. Şimdi onun bütün çabası kendisine bağladığı kitleden kalanı politik olarak olduğu yerde tutmak ya da daha doğrusu buradaki kayıpların belli bir noktanın ötesine geçmesini önlemek.
Erdoğan ve şürekâsının bunun için kullandığı iktidar teknikleri çeşitli. Birincisi muhakkak surette korkutmaya ve öcüleştirmeye dayalı kutuplaştırma taktiği. Bununla, söz konusu kitleye, hoşnutsuzluğu ne kadar artmış olsa da, “eğer bizim iktidarımız yıkılırsa, yerimize gelecek olanlar sizi büyük zulümlere ve yokluklara uğratacak, bugünleri mumla arayacaksınız” mesajı verilmektedir. Bunda toplum içindeki kimi sosyo-kültürel ayrımların politizasyon yoluyla katılaştırılıp kimlikleştirilmesi yolu izlenmektedir. Sorunların üzerini örtmek için kullanılan yöntemlerden birinin düşmanlaştırma, kutuplaştırma olduğu artık çok iyi biliniyor. Erdoğan bu yöntemi kullanırken, her zaman üstadı olarak hayranlığını belirttiği Necip Fazıl’ın zehirli söyleminden de feyzalıyor olsa gerek. Şöyle diyordu Necip Fazıl: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lâzımsın.”
Ancak ağır ekonomik kriz koşulları altında sadece bu düşman yaratma gayretkeşliğiyle geniş emekçi kitleleri memnun etmek mümkün olmadığı için, özellikle de seçimler söz konusu olduğunda, ekonomik ve sosyal ulufe dağıtma ya da buna dair umutlar verme yöntemi de devreye sokulmaktadır. Bu nedenle oy avcılığı ya da oy satın alma faaliyetleri iktidarın dört bir koldan yürüttüğü önemli siyasi faaliyetlerinden biri oluyor.
AKP/Erdoğan’a oy veren geniş emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun artmasında çeşitli etmenler rol oynasa da, bu etmenler arasında en büyük bileşeni geçim şartlarındaki kötüleşmenin oluşturduğu şüphesizdir. Bu nedenle ulufe konusu basit bir konu değildir. Kapitalist ekonominin olağan işleyişi içinde emekçi kitlelere daha fazla kemer sıkmanın dayatılması gündemdeyken, bütçe açıklarını daha da büyütüp krizi daha da derinleştirme etkisi yaratabilecek böylesi rüşvetlerin dağıtılması iktidar kanadının kitlelerdeki hoşnutsuzluğu sıkı biçimde takip ettiğinin bir göstergesidir.
İktidarın kitleleri yatıştırmak, gözünü boyamak için dağıttığı ya da dağıtma vaadinde bulunduğu ulufeler yine de mevcut ekonomik krizin derinliği ve kitlelerin geçim koşullarında yarattığı gerilemeler karşısında dişe dokunur bir iyileşme anlamına gelmiyor. Dolar ve faizde yaşanan kısmi düşüşlere rağmen ekonomide bir düzelme görülmüyor. Hükümetin açıkladığı ya da vaat ettiği seçim rüşvetleri “hiç yoktan iyi” kabilinden karşılansa da genel hoşnutsuzluğu gidermeye kesinlikle yetmiyor. Tam da bu nedenle muhalefetin ekonomi üzerinden yaptığı eleştirilere karşı önceleri “bunlar yalan dolan” diyerek ekonominin aslında gayet iyi durumda olduğuna ya da iyiye gittiğine dair karşı salvolar yapılırken, giderek bu konuya hiç girilmemeye başlandı. Nitekim AKP’nin seçim stratejisine ilişkin içeriden sızan bilgiler bu konuda temel hareket çizgisinin “ekonomiyi unutturmak” olduğuna işaret ediyor. “Kriz yok, bunlar hep palavra” diyen söylemin iktidar yanlısı kitlelerde de ters etki yaratmaya başladığı pekâlâ görülüyor. AKP adına araştırma yapan bir şirketin yetkilisiyle temas halindeki Aydınlık yazarı (İsmet Özçelik) aldığı malumata dair şunları aktarıyor:
“Ama bir konuda netlik var. Ekonomi unutturulacak. Mecbur kalınmadıkça konuşulmayacak. Kriz tartışmasına da girilmeyecek. Konuyu AKP adına araştırma yapan bir şirketin yetkilisine sordum. Açık konuştu. AKP’nin ekonomik krizi unutturmaktan başka çaresi olmadığını söyledi. Gerekçelerini de şöyle anlattı: Halk ‘ekonomik kriz yok’ sözünü kendisine küfür gibi değerlendiriyor. Ekonomiyi savunma, tepkileri tetikliyor. Gerekçeler inandırıcı değil. Halk her gün krizi görüyor. Cebinde hissediyor. Ekonomi tartışıldıkça AKP’den soğuma yaşanıyor. 17 yıldır iktidarda, mazeret kabul görmüyor. En iyisi seçim kampanyasında ekonomiyi hiç gündeme getirmemek. Hele hele ‘işler iyi’ hiç dememek.”
Ekonomiyle ilgili olarak sağı solu suçlamanın pek işe yaramadığına ve sürekli olarak birilerinin günah keçisi olarak hedef gösterilmesinin pek tutmadığına dair çarpıcı bir örnek olarak soğan meselesi hatırlanabilir. Diğer birçok temel gıda maddesindeki gibi soğandaki korkunç fiyat artışları karşısında kitlelerin yükselen homurtusuna vaziyet eden iktidar, gülünç bir ortaoyunu gibi, sözde “soğan stokçularını” hedef gösterdi ve bunları bir tür “terör” örgütüymüş gibi şeytanlaştırdı. Sözde soğan depolarına baskınlar yapılıp soğan özgürleştirilecekti! Ama bunlar büyük oranda palavra olduğundan, sadece bir iki tane göstermelik medya haberi için depo denetimi yapıldı ve konu unutturuldu. Sonuçta değişen bir şey olmadı. Konuya ilişkin uzmanlar soğan stoklarının tükenmekte olduğunu ve fiyatların daha da yükselebileceğini söylüyorlar.
Genel olarak AKP cenahından yukarıda aktarılana benzer yönde başka değerlendirmeler de tüm ablukaya rağmen medyaya sızıyor. Gidişatın pek hayırlı olmadığını gören kimi köklü AKP kadroları sahneden ya uzaklaştırılıyor ya da kendileri çekiliyorlar. İşte durum buyken Erdoğan, emekçilerin somutta hayli yakından hissettiği spot sorunlardan biri olarak kredi kartı borcu sorununa el atmanın işe yarayacağını hesap ederek, bu borçların kamu bankaları tarafından düşük faizle üstlenileceğini açıkladı. Bunun yanında bir de, yine ciddi biçimde hissedilen zam kalemlerinden biri olarak evlerdeki elektrik faturaları sorununda seçmeli yardım vaadinde bulundu. “Sürekli yardım alanlar”ın faturalarının normal sınırlardaki tüketimi devlet tarafından karşılanacaktı. Burada objektif anlamda geçim sorunu yaşayan tüm dardaki emekçilerin değil de “sürekli yardım alanlar”ın zikredilmesi kuşkusuz özel bir önem taşıyor. Bunun anlamının çok büyük oranda AKP’nin yedeğindeki yoksul emekçi katmanlar olduğu iyi bilinmekte. Daha sonra, bununla sınırlı kalınmayarak, yine kamu bankaları üzerinden esnafa, çiftçilere ve küçük işletmelere ucuz kredilerin verileceği ilan edildi. Elbette bu tedbirlerin öncesinde de, daha dikkate değer bir önlem olarak, asgari ücrete görünürde enflasyonun üzerinde zam yapılması var.
Burada genel olarak dile getirilmesi gereken bir husus var. Bu tür vaatler çoğu zaman ya yerine getirilmez ya da yaratılan izlemine hiç uymayan biçimde çok azının gerçekleşmesi şeklinde yerine getirilir. Çoğunlukla örtbas edilen bir noktadır bu. Oylar alınmış ya da sağlama bağlanmıştır artık, sonrası önemli değildir. Örneğin asgari ücret zammı, her ne kadar yetersiz olsa da, yoksul emekçi kitlelerin yükselen hoşnutsuzluğuna bir yanıt olarak resmi enflasyonun az üzerinde yapılmış, ama fiiliyatta birçok işletmede bu uygulanmamıştır. İşveren tehdidi ve baskısıyla, yasal miktarda yatırılan maaşların bir kısmı işverene geri verilmekte ya da birçok işçi çalışma statüsü değiştirilerek daha düşük maaşlara mahkûm edilmektedir. Asgari ücret konusu örneklerden bir örnektir yalnızca. Kredi kartı borçlularının borçlarının çok daha düşük faizli krediye çevrilmesi düzenlemesinin de birçok koşul ve kısıtlamayla fiiliyatta kapsamı hayli daraltılmış bir düzenleme olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir umut kamu bankalarına koşan borçlular teminatlar, kefiller, yeterli gelir düzeyi, takibe düşmüş olmamak vs. birçok koşulla karşılaşıp kendilerinin krediye yeterli bulunmadığını öğreniyorlar.
Bu durum bir önceki seçim bağlamında da yaşanmıştır. Taşeron işçilerinin kadroya alınması vaadi, sonrasında kuşa çevrilmiş, sözde kadroya alınan bir bölüm işçi eskisinden daha zorlu koşullar altında çalışır hale geldiklerini görmüşlerdir. Geçen seçimde öğretmenleri de içeren geniş bazı memur kesimlerine sağlanacağı vaat edilen maaş ve özlük hakları iyileştirmeleri unutulmuş, şimdi bu seçim için bir kez daha gündeme getirilmiştir. Bunlar gibi daha nice örnek vermek mümkündür. İktidarın yöntemi bir umut ipini çeşitli ayrımlarla böldüğü emekçi kitlelerin önünde sallandırıp, onları beklenti içinde tutmak ve kendi istediğini elde etmektir.
Derinleşen ekonomik kriz ve bekleyen saldırılar
İktidar elindeki tüm medya olanaklarıyla ne kadar örtbas etmeye çalışsa da ekonomide kriz derinleşerek devam ediyor ve bu her kesim tarafından gitgide daha belirgin biçimde hissediliyor. Gerçekte iktidarın tüm yaptığı seçime kadar büyük bir çöküşün yaşanmasını önlemekten ibaret. Zorla eğilip bükülen, tahrif edilen resmi rakamlarla bile bir daralma yaşandığı ortada. Az çok konunun farkında olan ve iktidara biat etmemiş tüm burjuva iktisatçılar daralmanın daha da ilerleyeceğini belirtiyorlar.
Yine eğilip bükülen o verilere göre bile işsizlik devasa boyutlara gelmiş durumda ve daha da artmakta. Resmi rakamlarda artarak %12 düzeyine geldiği söylenen işsizliği bir kenara bırakalım, toplumda ciddi bir “boş” genç nüfus sorunu yükselmekte. “Eğitim, istihdam veya herhangi bir ‘kamusal aktivite’ içinde bulunmayan genç nüfusun toplamı 4 milyon 520 bin kişi. Söz konusu yaş grupları [15-19, 20-24, 25-29] içindeki oranları ise sırasıyla şöyle: Yüzde 17,2, yüzde 32,8, yüzde 33,9. Resmi işsizlik verisi yüzde 11,6’yken, geniş kapsamlı, yani iş aramayı bırakanlar, umudunu kesmişler de dâhil edildiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 18,3’tür. Buna karşın gençlerin işsizlik oranı yüzde 22,3. Tüm bunlarla kıyaslandığında NEİY [“Ne Eğitimde ne İstihdamda ne de Yetiştirmede” olanlar] oranları muazzam düzeyde. Burada esas mesele, NEİY kapsamında yer alanların çoğunluğunun iş aramadıklarını veya çok kısa süre çalıştıklarını beyan etmeleri. Dolayısıyla TÜİK’in resmi işsizlik oranına dâhil edilmiyorlar. Zaten TÜİK, ayda 1 saat bile çalışmış olanları ‘istihdam içinde’ kabul ediyor. Son üç ayda herhangi bir iş başvurusu yapmamış olanlar da adeta ‘ıskartaya’ çıkarılır gibi işsiz sayılmıyor.” (Bahadır Özgür, Gazete Duvar)
İflas eden şirket sayılarında da büyük artışlar var. Gerçek durumu iflas olduğu halde konkordato hamlesiyle durumu idare etmeye çalışanların ise haddi hesabı yok. Tarımda ciddi bir kriz adım adım büyümekte. Gıda fiyatları iktidarın üstten bindirdiği tüm baskılara rağmen ciddi artışlar kaydetmekte, bu nedenle gıdadaki enflasyon genel enflasyon oranının ciddi oranda ötesine geçmekte, ilan edilen enflasyon rakamları da veri manipülasyonlarıyla gerçek durumun altında gösterilmektedir.
İktidar zaten uzun yıllardır izlediği ekonomi politikalarıyla gerçek boyutları hâlâ tam olarak bilinemeyen bütçe delikleri yaratmış durumdadır. Özellikle mega projeler için altına girilen döviz yükümlülüklerinin tam boyutları bilinmemekte. AKP kendi iktidar döneminde kamu borçlarının milli gelire oranını yüzde 80’lerden yüzde 30’lara düşürdüğünü söyleyip övünmekle birlikte, iktidarın destekçisi konumundaki TOBB’a bağlı ekonomik araştırma kuruluşu bile bunun aldatıcı olduğunu ima eden raporlar yazabiliyor. Tüm rakam dalaverelerine rağmen bütçe açığı 2018’de bir önceki yıla göre %52 oranında artarak 72 milyar 615 milyon lirayla rekor kırmıştır. Üstelik bu açık bir defalığına denen türden arızi gelirlerle bu düzeyde kalabilmiştir. Bilindiği gibi iktidar imar affı, bedelli askerlik, vergi afları çerçevesinde yeniden yapılandırmalar gibi düzenlemelerle hesapta olmayan düzensiz ek gelirler elde etmişti. Bunların toplamının 53 milyar lira olduğu hesaplanıyor. Yani bu yıl çok daha büyük bir açık sorunuyla yüz yüze kalınacaktır.
Kamu borcuna dönecek olursak, burada meselenin borcun kâğıt üstündeki durumundan ibaret olmadığını özellikle vurgulamak gerekiyor. Özel sektör borçlarının sanki devlet ve halkla alakası yokmuş gibi masa altına gizlenmesi tam bir dalavereciliktir. Bu düzenin adı kapitalizmdir ve tüm tarihsel pratik göstermiştir ki sermayenin ve devletin emekçi kitlelerden alacakları özel ve dokunulmaz iken, sermayenin borçları kamusal muamele görür. Bu durum öyle sanıldığı gibi Türkiye türü ülkelere özgü de değildir. En son 2008 krizi vesilesiyle çarpıcı biçimde görüldüğü üzere başta ABD olmak üzere kapitalizmin ana merkezlerinde özel şirketlerin devasa borçları türlü mekanizmalarla devlet tarafından üstlenilmiştir. Yani tüm bu külfet emekçi halkın sırtına yıkılmıştır.
Emekçilerin gerçek gündeminde muhtemel seçim sonrasında sermaye düzeninin ağır saldırıları olmak durumundadır. Tüm tablo buna işaret etmektedir. Bir daha uzun süre seçim gibi bir derdi olmayacak olan rejim bu saldırılara girişmekte fazla tereddüt etmeyecektir. Türkiye ile oldukça benzer durumdaki Arjantin’de şimdilerde yaşananlar Türkiye’nin seçim sonrasına dair de ipuçları veriyor. Latin Amerika genelindeki son dönem sağ dalganın temsilcilerinden olan yeni başkan Macri, yeni yıla girilirken gaz fiyatlarında %35, ulaşımda %40, su faturalarında %50, elektrik faturalarında ise %55 artış olacağını açıkladı. Henüz burjuva demokrasisinin rafa kaldırılmamış olması ve işçi sınıfının mücadele geleneklerinin varlığını sürdürmesi nedeniyle bu saldırılara karşı gösteriler yapılmaya başlandı. Hiç kuşkusuz Türkiye işçi sınıfının da önündeki tek kurtuluş çaresi mücadeledir.
Rejim açısından Suriye topraklarına yeni bir askeri operasyon olasılığının da son ABD hamlesiyle büyük ölçüde boşa düşmesi, kitle desteğinin muhafazası açısından yeni bir zorluk yaratmıştır. Rejimin aynı zamanda seçimlere dönük olarak da uzunca bir süredir hazırlığını yaptığı böylesi bir operasyonun suya düşmesinin, seçim rüşvetleri bahsini daha yakıcı hale getirdiğine şüphe yok. Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bunlar da geçici ve sınırlıdır. İktidarın seçimden sonra ağırlık vereceği yönetme aracı çok daha belirgin biçimde zor aygıtı olacaktır. Seçim bağlamında da hile yolunun son birkaç oylamadakinden çok daha geniş biçimde devreye sokulmakta olduğu daha şimdiden sayısız hadiseyle ortaya çıkmaktadır. Hayali seçmenler ve stratejik amaçlı seçmen kaydırmaların gırla gittiği görülüyor. Bir gazetecinin dediği gibi sandıklar artık “İzmir işi torba”ya dönmüştür. Ancak buna rağmen, gelişmelerin seyrine bağlı olarak faşist iktidarın seçimleri yapmaması dahi ihtimal dâhilindedir. Seçimden ötesine bakacak olursak, hem Suriye’deki sıkışma hem de dünyada daralan para muslukları nedeniyle ucuz borç bulma olanaklarının kısıtlanmış olması iktidarın emekçi kitlelere saldırmaktan başka çıkar yolu olmadığına işaret ediyor. İşçi sınıfının önündeki mücadele gündeminin genel görünümü budur.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Ekonomiyi Unuttur Stratejisi, 29 Ocak 2019, https://enternasyonalizm.org/node/248
“Beyin Göçü” Gerçeği ve “Varlık Göçü” İddiası
Bugünkü Savaşın Farkını Kavramak