Geçtiğimiz günlerde Amerikan New York Times (NYT) gazetesinde yer alan bir haber, nicedir şahit olduğumuz Türkiye’den göç olgusunun farklı boyutlarına dikkat çekerek bir tartışma başlatmış oldu. Yürüyen tartışmanın iki ana başlığını, artan “beyin göçü” olgusu ve “zenginlerin” ülkeden kaçma eğiliminde olduğu iddiası (“varlık göçü”) oluşturuyor. Haberde her ikisi de birer vakıa olarak ele alınıyor; AfrAsia Bankası tarafından hazırlanan Küresel Varlık Göçü İncelemesi adlı rapora atıfla, son yıllarda bazı zenginlerin de servetleriyle birlikte Türkiye’den kaçtığı söyleniyor. Rapora göre, 2016 ve 2017 yıllarında Türkiye’den dolar milyoneri olan 12 bin kişi servetlerini yurtdışına aktarmış, tabii kendilerini de. İstanbul, zenginlerin göçüne şahit olan dünya çapındaki ilk yedi şehir arasındaymış.
“Beyin göçü” ile “varlık göçü” iddiasını birbirinden ayırarak ele almakta fayda var. Keza “beyin göçü” reddedilemeyecek bir olgu iken ikincisi hiç de öyle değildir. “Varlık göçü”ne dair sayıları artan bu tarz rapor ve haberler, iddia ettikleri üzere Türkiyeli büyük burjuvaların ülkeyi terk etme eğilimine değil ama Erdoğan karşıtlıklarına ışık tutuyor aslında. Zira NYT, aktardığı bilgilerden sonra, son dönem artan göçün ana nedenlerini “kayırmacılık ve artan otoriterleşme” olarak koyup şu yorumu yapıyor: “İnsanların, yeteneklerin ve sermayenin kaçışı, Erdoğan idaresindeki hayatı tanımlayan ve muhaliflerin ülkede kalmak için giderek umutsuzlaşması faktörlerinin güçlü kombinasyonu tarafından teşvik ediliyor. Bunlar arasında siyasi zulüm korkusu, terörizm, yargıya güvensizliğin derinleşmesi, hukukun üstünlüğünün keyfiliği ve kötüleşen iş ortamı var.”
Faşizmin bilinen sonuçlarından biri: beyin göçü
NYT haberinde, son yıllarda Türkiye’den göçün genel olarak arttığına dair veriler de aktarılarak hızlanan beyin göçüne işaret ediliyor. Bu veriler Cumhurbaşkanlığının ilgili ofisi tarafından yalanlansa da, söz konusu rakamlar gerçekte TÜİK’in resmi rakamlarıdır! TÜİK tarafından ilk kez idari kayıtlara dayanılarak oluşturulan verilere göre, “Türkiye’den göç eden kişi sayısı geçen yıl 2016’ya göre yüzde 42,5’lik artışla 253 bin 640 olarak kayıtlara geçti. … Türkiye’den göç eden nüfusun yaş gruplarına bakıldığında, en fazla göçün yüzde 15,5 ile yine 25-29 yaş grubunda olduğu görüldü. Bunu sırasıyla yüzde 14,4 ile 20-24 ve yüzde 12,3 ile 30-34 yaş grubu takip etti”. İktidarın yandaş basınına mensup Türkiye gazetesindeki “Beynimiz Göçüyor” başlıklı haberde söylenenler de itiraf niteliğinde: “Teknoloji alanında faaliyet gösterip de elemanını yabancı bir firmaya kaptırmayan Türk şirketi neredeyse yok gibi.” Haberde bilgi alınan yetkililerden birinin, ABD’ye 3 bin mühendisin, bin araştırma görevlisinin ve 3600 doktorun gittiğini söylediği, AB ülkelerinin de eğitimli işgücünü kendisine çekme yarışında oldukları belirtiliyor. Yani yurtdışında iş bulan ya da bulabileceğini düşünen birçok eğitimli insan ülkeyi terk ediyor.
Beyin göçünü teşvik eden unsurların başında ekonomik faktörün geldiği biliniyor. İleri kapitalist ülkelerdeki ekonomik koşullar, her dönemde, belli bir vasıf, yetenek ve donanım düzeyine sahip kafa emekçileri açısından cazip olarak görülegelmiştir. Bugünse bu ekonomik faktörün yanı sıra, faşizmin yarattığı siyasal koşullar ve toplumsal atmosfer de beyin göçünü teşvik etmektedir. Beyin göçünün ivmelenmesinin faşizmin doğrudan sonuçlarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Demokratik hak ve özgürlüklerin, düşünce özgürlüğünün yok edilmesi, basının, sanatın, akademinin cendere altına alınması, kafa emeğiyle çalışan insanlar açısından, hele de özgürlükçü ya da demokrat fikirlere sahiplerse, çok daha boğucu bir atmosfer yaratıyor. Mücadele olanakları alabildiğine daralıp, faşist kuşatma yoğunlaştıkça, bu kesimler hayatta kalabilmenin ve “entelektüel nefes alabilmenin” yolunu diğer ülkelere göçmekte buluyorlar. Vaktiyle Nazi Almanya’sında yaşanan beyin göçü bu durumun tipik göstergesiydi.
Türkiye’de de faşist tırmanış süreciyle birlikte artan siyasi baskıların, tutuklama terörünün birçok insanın hayatını nasıl çekilmez hale getirdiğini hepimiz biliyoruz. 15 Temmuz’dan sonra faşist rejimin saldırısı OHAL kararnameleriyle, soruşturmalarla bir üst düzeye tırmanmıştı. Bu süreçte, sadece Gülen cemaati mensupları değil, sosyalist hareket ile Kürt hareketi ve muhalif sendikalar ile meslek örgütleri de muazzam bir baskıyla karşı karşıya kaldı. Yüz binin çok üzerinde insan işinden edildi, mesleklerini yapması yasaklandı, diplomaları ya da mesleki ehliyetleri geçersiz sayıldı, yurtdışına çıkmaları yasaklandı, kaçabilenlerin yurt içinde kalan aile fertlerinin pasaportlarına el kondu. Binlerce akademisyen muhalif görüşleri nedeniyle üniversitelerden atıldı. Aralarında doktorların, mühendislerin, mimarların, öğretmenlerin, avukatların vb. bulunduğu yüz binin üzerinde yetişmiş, kalifiye beyaz yakalı emekçi açlık ve sefalete mahkûm edildi, üstelik de çoğu hakkında bir dava açılmamış olmasına, dava açılanların da bir ceza almamış olmalarına rağmen. Bunlara, muhalif görüşleri nedeniyle aforoz edilen ve işlerini yapmaları imkânsız hale getirilen gazetecileri, sanatçıları, akademisyenleri, kısaca muhalif aydın kesimi eklemek gerekir. Bu gruba giren on binlerce muhalif insan, maalesef gerçekte örgütsüz olmaları nedeniyle çaresizliğe gömülmüş durumdadırlar ve bu yüzden de fırsatını bulup yurtdışına çıkmaya çalışmaktalar.
“Yerlilik ve millilik” adına her türlü hurafenin el üstünde tutulduğu, Türk-İslamcı faşizmin söylem ve uygulamalarıyla toplumun kılcallarına zerk edildiği bir ortamda, siyasal baskıların yanı sıra iktidarın bilim insanlarına, sanatçılara, aydınlara ve hatta üniversite öğrenimine dönük sistematik aşağılamaları da, beyin göçünde bir rol oynuyor. Genç beyin göçünün arttığı hatırlatılınca Erdoğan, “Bunların bilet paralarını verip göndermek lazım. Çünkü bunlar ülkemize yük” demişti. Aynı kafadaki AKP Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mehmet Özhaseki de daha birkaç gün önce şunları söyledi: “Devlete hainlik edenlerin çoğuna bakın üniversite mezunudur. Yurtdışında Türkiye’nin, bu devletin, bu milletin aleyhine çalışan insanlara bakın, çoğu üniversite mezunudur. Allah’a hamdolsun, imam hatip gençliği gayet güzel okuyor, önüne bakıyor, milletini seviyor, hizmet etmek istiyor, devleti ile de asla bir problemi yok.”
Bu tarz söylemler hiç de istisna değildir, tersine, toplumun yapay temellerde kutuplaştırılmasının sürdürülmesi için sistematik olarak kullanılmaktadır. Hedefe konan “tuzukuru”, “okumuş”, “beyaz Türk” tipolojisi bu söylemlerden fena halde bunalmakta ve çareyi yurtdışında arayabilmektedir. Beyin göçü içinde bu kesim de önemli bir yer tutuyor. Mücadelenin içinde hiç olmadığından ülkenin ağırlaşan baskı atmosferini doğrudan değil de dolaylı olarak hisseden, burjuva ideolojisinin tahakkümü altında bireysel kurtuluş hayallerinin peşinde koşan, esas olarak “modern yaşam tarzını” ve gelecekteki “parlak kariyerini” tehdit altında gördüğünden kendisini boğulurmuş gibi hisseden geniş bir küçük-burjuva zihniyetli “okumuş gençler” kitlesi sözkonusu. Erdoğan’dan nefret etmelerine rağmen ona karşı mücadele etmek için gerçekte kıllarını bile kıpırdatmıyorlar, yeterli gelire sahiplerse ve bağlantıları varsa kapağı yurtdışına atmanın telaşına düşüyorlar. “Bu ülkede artık yaşanmaz” söylemi bu kesimler arasında pek revaçta. Bu psikoloji, tuzukuru gençliğe, “git kendini kurtar” söylemiyle ebeveynleri tarafından da aşılanıyor.
Büyük burjuvazi faşizmden kaçıyor mu?
Değindiğimiz rapor ve haberlerde, Türkiyeli zenginlerin yurtdışına kaçma eğiliminde oldukları belirtilse de, hele ki büyük burjuvazi sözkonusu olduğunda, gerçeklik bu değildir. Kuşkusuz son yıllarda burjuvazi içi kapışmadan yenik çıkan Gülen cemaati ve TUSKON’a mensup burjuvalar, yalnızca servetlerini korumak için değil, kendilerini kurtarmak için de kapağı yurtdışına atmak zorunda kalmışlardır. 17-25 Aralık süreciyle birlikte birbirine açıkça savaş ilan eden Erdoğan ile Gülen ekibi arasındaki savaşımın 15 Temmuz’la birlikte kendi lehine sonuçlanmasıyla Erdoğan karşı tarafı sadece etkisizleştirmeye ve devlet aygıtı içerisinden temizlemeye değil ekonomi alanından da silmeye yöneldi. TUSKON’a bağlı sayısız büyük şirkete devlet tarafından el kondu, kayyumlar atandı, sahiplerinin mal varlıklarına el konularak hazineye aktarıldı.
Bu süreç halen devam ederken 2017’de kendini belli etmeye başlayan ve 2018’de patlak veren ekonomik kriz ve bu krizde rejimin izlediği politikalar, Gülenciler dışındaki sermaye kesimleri üzerinde de bir tedirginlik yaratmıştır. Ekonomik krizin döviz kurları üzerinden yürütülen bir dış saldırı olarak lanse edilmesi, döviz hesaplarına el konulacağı, sermaye hareketlerine sıkı denetim getirileceği gibi söylentilerin yayılması büyük bir belirsizlik ortamı yaratırken huzursuzluğu da arttırmıştır. Bu koşullarda, 2001 krizinde yaşanan banka iflasları hâlâ hafızalardayken, kimi zenginlerin bankalardaki kişisel servetlerini şu ya da bu ölçüde yurtdışına çıkartmalarının anlaşılmaz bir tarafı yoktur. Bunların farklı ülkelerden vatandaşlık hakkı kazanmaya çalışmalarının ise çok yeni bir tarafı bulunmamaktadır; hele de büyük burjuvaların arasında bu tür durumlarda, yurtdışında mülk edinme de oldukça yaygındır zaten.
Dolayısıyla, Gülenciler bir kenara bırakılırsa, daha ziyade krizden kaynaklanan “güvenli liman” arayışlarını, büyük burjuvazinin ülkeden kaçtığı ya da kaçmaya hazırlandığı şeklinde yorumlamak doğru değildir. TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazinin kurulan faşist rejimle tam bir kan uyuşmazlığı içinde olduğunu, onu hiçbir şekilde hazmedemediğini ve kendi sınıfsal egemenliğine bir tehdit olarak gördüğünü söylemek gerçeklikle bağdaşmıyor. Kuşku yok ki, bu burjuva kesimler, MÜSİAD burjuvazisi gibi Erdoğan’a tam bir biat içinde değildirler. Mevcut rejimin, Erdoğan burjuvazisini kayırıcı tutumlarının ayyuka çıkmasından ve devlet kaynaklarının ağırlıkla onlara aktarılmasından, kimi ekonomi politikaları ve uygulamalarından, kendi sözlerinin eskisi gibi dikkate alınmadığından şikâyetçidirler. Baskılardan ve parmak sallamalardan ötürü siyaseten giderek daha çok sinmek zorunda kalıyor, seslerini giderek daha az çıkarıyorlar.
Ancak tüm bunlara rağmen, başarılı bir alternatif üretemeyip Erdoğan’ın yerine kendilerine daha uygun gördükleri bir iktidar yaratamadıklarından, içlerine tam sinmese bile Erdoğan’ı kabullenme söz konusudur. Zira kapitalist sömürü koşullarının devamı ve geliştirilmesi noktasında Erdoğan’ın faşist rejiminin sunduğu olanaklar onlara böyle bir dönemde yeterince cazip gözüküyor. Kapitalizmin dünya çapında tarihsel bir sistem krizine girmiş olması ve onunla örtüşen Üçüncü Dünya Savaşının yarattığı risk ve tehditler, tüm dünyada güçlenen otoriterleşme eğilimi, öyle görünüyor ki geleneksel büyük burjuvaziyi, artan ölçüde, böyle bir dönemi Erdoğan gibi bir liderle geçirmenin makul olduğu sonucuna çıkartmaktadır. Dolayısıyla TÜSİAD burjuvazisi içinde yükselen eğilimin, bükemediği bileği öpüp onunla iş tutmak doğrultusunda olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir dönemde, burjuva düzen ve onun devleti korunup kapitalist sömürü koşulları geliştirilebildiği ölçüde, siyasetin, kültürün, entelektüel hayatın baskılanması, faşist kadroların aşırılıkları gibi hususlar, büyük burjuvazi açısından katlanılabilecek tali olgulara dönüşürler.
Bugün yaşanan ekonomik kriz ortamında tek adam rejiminin “zengin göçü”nü teşvik ettiğini ileri süren yaklaşımlar doğru değildir. Büyük burjuvaların ekonomik kriz nedeniyle kapağı başka ülkelere attıkları pek vaki değildir. Bilakis, krizler, en güçlü burjuva kesimler açısından daha zayıf olanları yutup daha da büyümek için bir fırsattırlar. Kapitalist iktisadi krizler aynı zamanda sermayenin el değiştirme ve merkezileşme süreçleridirler. Türkiye gibi ülkelerde hele de iktidarda özgün bir faşist rejim varken bu süreci badiresiz ve güçlenerek atlatmak için siyasi iktidara yakın durmanın ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Durum bu olunca, yılların Sabancı’sının bakan Albayrak karşısında yaltaklanarak, açıklanan ekonomik programa “pek âlâ, pek güzel” şeklinde övgüler düzmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Faşist rejim grevleri yasaklarken, işçi sınıfını enflasyonun çok çok altında kalan ücret zamlarıyla sefalete mahkûm ederken, İşsizlik Fonunu patronlara peşkeş çekerken ve sermayeye teşvik üstüne teşvik yağdırılırken, burjuvazinin tüm kesimleri bundan son derece memnundurlar. Burjuvalar servetlerini korumak için her türlü taklayı atarken ve gerektiğinde paracıkları için yurtdışında güvenli limanlar ararken, bu ülkenin emekçi çoğunluğu ekonomik krizin ağırlaşan yükü altında gün geçtikçe daha da çok eziliyor, faşizmin baskılarına her geçen gün daha da fazla maruz kalıyor, boğucu toplumsal koşullarda giderek daha zor nefes alabiliyor. Emekçilerin çoğunluğunun kaçacak bir yeri de olanakları da yok; onları bu faşist iktidara karşı mücadele görevi bekliyor.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, “Beyin Göçü” Gerçeği ve “Varlık Göçü” İddiası, 13 Ocak 2019, https://enternasyonalizm.org/node/247
CHP’ye haksızlık ediyoruz öyle mi?
Ekonomiyi Unuttur Stratejisi