24 Haziran Seçimleri ve Sınıf Bilinci Sorunu

Faşist rejimin devleti yukarıdan aşağı yeniden örgütleyerek tam anlamıyla kurumlaşması bakımından Türkiye tarihinde bir milat anlamına da gelen 24 Haziran seçimlerinin sonuçları birçok açıdan tartışma konusu oldu. Tartışma konuları içinde özellikle odak noktası olan husus, seçim öncesi süreçte başta ekonomi olmak üzere yakıcılığı açıkça hissedilmeye başlanan, AKP’ye oy veren emekçi kitlelerde de önemli hoşnutsuzluk belirtileri doğuran sorunlara ve muhalefet cephesinden esen rüzgâra rağmen, nasıl olup da Erdoğan ve AKP’nin yüksek oy almayı başardığıydı.

Bu soru hiç kuşkusuz en az burjuva muhalefet kadar devrimci işçi sınıfını da ilgilendirmektedir. Ama bu soruyu irdelerken burjuva muhalefetin genelde sergilediği bir yanlışa düşmemek gereklidir. 24 Haziran seçimleri normal ve meşru seçimler değildir. Faşist rejim, seçim sürecinin bütününde tüm gücüyle baskı ve manipülasyon uygulamıştır. Buna rağmen Erdoğan ve AKP’nin aldığı oylar önceki seçimlere göre düşmüştür. Yani Erdoğan ve AKP seçimin galibi olmuşsa da kitle desteğini arttıramadığı gibi aynı düzeyde de tutamamıştır. Ancak kayıplar burjuva muhalefetin beklediği kadar yüksek olmamış, geriye yine de üzerinde önemle durulması ve iyi anlaşılması gereken yüksek oy oranları gerçekliği kalmıştır.

Seçim öncesi kampanyalar sürecinde muhalif kitlelerde bir umut dalgasının ve buna bağlı olarak beklentilerin yükselmesi seçim ertesinde öfke, moral bozukluğu, yılgınlık ve umursamazlık karışımı ruh hallerinin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Seçim sürecinde kitlelerin politize olması, canlanması, bir seferberlik halinin oluşması çok olumlu bir gelişmeydi, ama motivasyonun tümüyle sandığa endekslenmesi tehlikesini barındırıyordu. Enternasyonalist komünistler olarak bir yandan oluşan havayı çeşitli bakımlardan olumlarken, bir yandan da bu tehlikeye sürekli olarak dikkat çekerek sandığın ötesine uzanan bir mücadele perspektifini vurguladık.

Muhalif kitleleri canlandıran faktörler içinde bir kümeyi, farklı muhalefet kesimlerinin az çok birlik görüntüsü sergilemesi ve özellikle Muharrem İnce’nin CHP’nin standart seçmenlerinin ötesine uzanan bir etki yaratıyor görünmesi vb. oluşturuyordu. Bir başka kümeyi de emekçilerin daha önce AKP’ye oy vermiş kesimi içinde kendini gösteren hoşnutsuzluk belirtileri oluşturuyordu. Tüm bunlar üst üste eklenerek muhalif kitlelerdeki umutları besliyordu. Ne var ki bir yandan ilan edilen seçim sonuçlarının rejimi onaylayan niteliği, bir yandan da muhalefetin ana ekseni konumundaki CHP’nin seçim gecesi sergilediği tablo, muhalif kitlelerin de asıl çoğunluğunu oluşturan CHP’li seçmeni günler geçtikçe belirginleşen bir hayal kırıklığına ve moralsizliğe sürükledi.

Bu genel hava içinde, kendisini solda addeden ya da sola sempati duyan, özellikle işçi sınıfının daha eğitimli ve şehirli kesimleri ile Alevi emekçilerin geniş bir bölümünde, AKP’ye oy veren emekçi kitlelere dönük kibirli ve aşağılayıcı tutum da nüksediyor. Ağırlaşan ekonomik koşullara rağmen AKP’ye oy veren bu yoksul emekçi kitlelere “koyun” diyenlerden tutun, sermaye düzeninin saldırıları karşısında onlara “size müstahak, beter olun”, “dünya yıkılsa bunlar AKP’den vazgeçmezler” diyenlere kadar uzanan tavır tekrar su yüzüne çıktı. Öte yandan, belki “tavır” olarak nitelendirilemeyecek düzeyde olsa da, aynı doğrultuda bir ruh halinin sosyalist solun bir bölümünde de hâkim olduğunu tespit etmek gerekiyor. Türkiye’nin beyaz yakalılarında, okumuşlarında köklü biçimde yerleşik olan ve amiyane biçimiyle “bunlar adam olmaz” deyişinde ifadesini bulan bu zihniyet, sınıf temeline oturamamış Türkiye solunun önemli bir hastalığı olmaya devam etmektedir.

Bu yaklaşım işçi sınıfı ve emekçiler içindeki sosyo-kültürel farklılıkları politize edip katılaştırarak, bunları kimlik duvarları haline getirme doğrultusunda bir rol oynamaktadır. Ve bu da AKP ve Erdoğan’ın hükmettiği faşist rejimin ekmeğine yağ sürmekten başka bir anlama gelmemektedir. Bugün için şurası çok iyi bilinmelidir ki, işçi sınıfının asıl ana taburlarını oluşturan ve harekete geçmesi sınıfın mücadelesi açısından en önemli halkayı ifade eden sanayi proletaryasının önemli bir bölümü politik-ideolojik olarak mevcut iktidar blokunun (AKP-MHP) hegemonyası altındadır. Aynı durum daha küçük işyerlerinde, daha güvencesiz koşullarda çalışan ve daha az vasıflı ya da vasıfsız işçi kitlesi için de geçerlidir. İşçi sınıfını eksen alan devrimci bir anlayış, bu sorunun getirdiği problemlere doğru teşhis ve doğru çözüm yolları geliştirmeden, doğru bir tarzla yaklaşmadan anlamlı yol alamaz.

Bu geniş işçi kitlesi seçim öncesinde, temelde çalışma ve geçim koşullarının giderek ağırlaşması dolayısıyla uzun süredir bağlı oldukları iktidara karşı hoşnutsuzluk içine girmişlerdi. Hatta yakın dönem bazı işçi direnişi deneyimlerinde olduğu gibi, iktidara karşı belirgin bir öfkenin ifade edildiği örnekler de söz konusuydu. Ancak tüm bu eleştirel beyanlara rağmen işçi-emekçi sınıfların bu kesimleri yine de AKP’ye ve Erdoğan’a çok ciddi oranda oy vermeyi sürdürdüler. Seçim davranışları her ne kadar siyasal bilinç konusunda kesin ve nihai ölçü olarak görülemez ise de, bazı önemli ipuçları verdiği de göz ardı edilemez. Önemli olan, çalışma ve geçim şartları konusundaki sorunlar ortada olduğu halde ve bizzat bu konularda iktidara kızgınlık belirttikleri halde, nasıl olup da işçilerin yine AKP’ye ve Erdoğan’a oy verdikleridir. Bu soru CHP’li kamuoyunun “koyun teorisi” saçmalıklarına havale edilemeyecek kadar ciddi ve önemli bir sorudur.

Türkiye’nin siyasal gerçeklikleri

Olağan Türkiye şartlarında özellikle ekonomik sıkıntıların ulaştığı mevcut düzey bile iktidarların toplumsal desteğini sert biçimde düşürürdü. Alternatif sağ parti ve seçeneklerin varlığı da düşünüldüğünde, AKP ve Erdoğan için bunun olmaması Türkiye’de nispeten yeni bir durumdur. 2002 seçimleri örneğinde çarpıcı biçimde yaşandığı üzere, ekonomik sıkıntılara tepki olarak kitlelerin iktidar partilerini ağır biçimde cezalandırdıkları durumlar Türkiye’de yaşanmıştır. Bu durumda soruyu şu şekilde formüle etmekte yarar var: neden kitleler örneğin 2002’de olduğu tarzda iktidar partisine sırtlarını dönmemişlerdir? Bunun çeşitli düzeylerde ele alınabilecek nedenleri vardır ve bazı noktalarda bunlar Türkiye’de işçi-emekçi kitlelerin bazı genel davranış şekillerini kavramak açısından önem taşımaktadır. Aslında seçimlerin ortaya koyduğu tablo Türkiye’nin bazı köklü toplumsal-siyasal gerçeklikleri üzerine düşünmek, bunları hatırlamak için bir fırsat olarak görülebilir. Devrimci sınıf çalışmasında bu tür konular temel önem taşımaktadır.

Daha önceki dönemlerde geleneksel sağ partilerin kontrolünde olan dindar muhafazakâr taşralı (ister hâlâ taşrada olsun ister büyük kente göçmüş olsun) emekçi kitleler 90’lı yıllarla birlikte önce Refah Partisi, ardından AKP’nin kontrolüne geçmiştir. Bu kitleler daha önce sağ partiler arasında bir geçişkenlik gösterirken, AKP ile birlikte bu durum giderek değişmeye başlamıştır. Gerçek şu ki, AKP dindar muhafazakâr taşralı emekçi kitlelerle daha önceki dönemlerde geleneksel sağ partilerin kurduğundan daha derin bir ilişki kurmuştur. Bu kitleler daha önceki “merkez sağ” partilere (DP, AP, ANAP, DYP vb.) genel olarak büyük teveccüh göstermiş olsalar da, bu bağlılık hiçbir zaman AKP’de olduğu denli derin bir nitelik kazanmamış, kuvvetli bir kimlik duygusuyla yoğrulmamıştır.

Tüm modernleşme dinamiğine rağmen bugün Türkiye işçi sınıfı çok ciddi anlamda taşralılığın damgasını taşımaktadır. Geçmişte de bu önemli bir faktördü, ama 60’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’de yaşanan genel toplumsal uyanış, işçi sınıfının yükselen mücadelesi bu genel olguyu kırma doğrultusunda önemli bir itki yaratmış ve bu konuda ciddi bir dönüşüm süreci işlemeye başlamıştı. Ama 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte bu eğilime de çok ağır bir darbe indirilmiş oldu. Bu eğilim yeteri kadar olgunlaşma ve işçi sınıfında kitlesel ölçekte, kalıcı nitelikte, politikleşmiş mücadele gelenekleri oluşturma fırsatını bulamamıştı. Bunun bir istisnası olarak 1 Mayıs geleneğinden ve belki kısmen DİSK imgesinden söz edilebilir. 12 Eylül’le birlikte yenilgiye uğratılan işçi sınıfı ve devrimci gençlik alınan ağır darbeyle belini doğrultamazken, kente göç muazzam boyutlara ulaşıyor ve kent kaotik bir genişlemeye uğruyordu. Kente yeni gelenler beraberlerinde getirdikleri geleneksel düşünce ve davranış kalıpları zemini üzerinde, solun yokluğu koşullarında ve devletin el altından teşvikiyle politik olarak İslamcı örgütlenmelerin etkisi altına sokuluyorlardı.

80’li yıllardan itibaren sermayenin küresel ölçekte yürüttüğü saldırı politikaları da işçi sınıfının toparlanma ve eskinin mücadele birikimiyle buluşma olanaklarını bir başka düzeyde baltaladı. Güvencesiz çalışma, taşeron sistemi, hak bilincinin erozyonu, yeni gelen işçi kuşaklarının geçmişin tüm mücadele birikimlerine yabancılığı gibi faktörler, tüm ilerici mücadeleler açısından büyük handikaplar yarattı. Yeni gelenler aynı zamanda 60’lı ve 70’li yılların taşralılığı olumlu anlamda kırıcı dinamiklerinden de mahrumdular. Bu durum, diğer faktörlerle birlikte, kent şartları içinde taşra kültürü ve bilincinin çelişkili bir yeniden üretimi olgusunu ortaya çıkarıyordu.

Kökeninde, geleneksel İstanbul-İzmir burjuvazisinin dışındaki burjuvazinin temsilcisi konumuna gelen AKP, taşradaki ve taşradan büyük kentlere gelmiş olan yoksul emekçi kitleleri de kucaklayarak ve esasen bu sayede büyük bir siyasi güç kazanmıştır. Elbette emekçi kitlelerin yaşamlarında belirli iyileştirmeler sağlayarak (belediyecilik hizmetleriyle, başlangıçta eğitim ve sağlık alanındaki iyileştirmelerle, çeşitli sosyal yardımlarla vb.), onlara güçlü bir kimlik duygusu vererek ve dinden büyük oranda yararlanarak bunu sağlamıştır. Giderek büyüyen, palazlanan taşra kökenli burjuvazi (“Anadolu Kaplanları”) Türkiye’de iktisadi rolü daima büyük olagelmiş devleti ele geçirerek büyük kent burjuvazisini (“İstanbul burjuvazisi”) siyasi planda art arda gelen kapışmalarda yenilgiye uğratmıştır. Elbette sermayenin bu fraksiyonunun güçlenmesinde başlangıçta geleneksel büyük burjuvazinin verdiği kısmi destek de rol oynadı. Geleneksel büyük burjuvazi kendi gelişimi açısından sorun teşkil eden statükocu devlet yapılanmasını aşmak için AKP’nin yararlı olacağını düşündü. Ancak işler zamanla değişti ve yeni yükselen sermaye fraksiyonu kendi konumunu güçlendirdi, hatta geleneksel büyük sermayeden saf değiştirip “yandaş” konumuna gelenler oldu. Sermaye büyüklüğü bakımından “İstanbul burjuvazisi” hâlâ önde gelse de, Türkiye’de özgül önemi fazla olan siyasal iktidar düzleminde gücü “Anadolu burjuvazisine” kaptırmış durumdadır. Devlet olanaklarından korkunç bir hoyratlıkla yararlanan “Anadolu burjuvazisi”, sermaye büyüklüğü açısından da hızlı adımlarla yol almakta, toplam sermaye içindeki göreli payını arttırmaktadır.

Sermayenin bu yeni palazlanan ve iktidarı ele geçiren fraksiyonu, esasen taşra kökenli işçi-emekçi kitleler üzerinde güçlü bir hegemonya kurmuştur. Bu sayede elde ettiği gücü de, geleneksel büyük sermayeye ve Batılı-laik yaşam tarzını benimsemiş görece eğitimli kentli katmanlara karşı kullanmıştır. AKP geçmişin merkez sağ partilerinin kullandığı araç ve yöntemleri çok gelişkin biçimde kullanarak, bunları yeni bir düzeye taşımıştır. Burada birbiriyle yakından ilişkili olarak din ve örgütleme etmenleri özellikle öne çıkmaktadır. AKP eskinin sağ partilerinin yanına bile yaklaşamayacağı düzeyde bir örgütlenme gerçekleştirmiş, büyük kentin çeperlerinde kümelenmiş kitleleri çok yönlü bir örgütlenme ağının içine çekmiştir. Tarikat ve cemaat yapılanmaları ile çok daha derinden ve organik biçimde içli dışlı olan AKP, bu işte ideolojik bir omurga olarak dini çok daha yüksek düzeyde kullanmıştır.

AKP’nin geçmişe göre nitelik olarak çok daha farklı bir düzeye çıkardığı şeylerden biri de, taşradakilerde ve taşradan kentlere akan kitlelerde var olan, kentli sınıflara karşı kuşku, güvensizlik ve tepkinin örgütlenmesiydi. Unutulmamalı ki, Türkiye’deki tepeden burjuva devrimin özellikle kır ve taşrada yarattığı tepkileri merkez sağ partiler daima kullanmışlardı. Fakat onlar bunu, AKP’nin yaptığı kadar derin bir kimlik duygusu yaratarak ve bu denli derin bir kutuplaştırma siyaseti güderek yapamamışlardı. AKP geçmişteki merkez-sağ örnekleri misliyle aşmış ve çapraşık biçimde kentlilik düzeyi de artmaya başlayan bu kitleleri bir toplumsal-kültürel-politik kamp haline doğru örgütlemiştir.

Elbette mesele basitçe ideolojik etkinlik ve örgütlenme becerileriyle sınırlı değildir. AKP bu kitlelere, kendi sermaye fraksiyonuna sunduklarına oranla devede kulak kalsa da, bazı kazanımlar sunmuş, onların kentsel yaşam koşullarına anlamlı görünen iyileştirmeler getirmiştir. Bunda 90’lı yılların ilk yarısından itibaren belediyeleri ele geçirmelerinin ve belediyeleri bu doğrultuda etkin biçimde kullanmalarının da büyük bir rolü olduğunu hatırda tutmak gerekir. Bu kitlelerin ciddi bir bölümü belediyeler, bakanlık, parti teşkilatları, cami cemaatleri, tarikatlar, türlü türlü sivil örgütlenmeler ile emekçi mahallelerinde neredeyse hane hane işleyen büyük bir “dayanışma” ağı içinde tutulmaktadırlar.

Bu kitleler temelde AKP’nin örgütlü faaliyeti sonucu karşı tarafı bir düşman kampı olarak görmeye şartlandırılmış, bir savaş psikolojisine sokulmuştur. Erdoğan seçim kampanyası boyunca bu kitlelere dişe dokunur pozitif vaatlerde pek bulunmamış, ama esasen onları korkutmaya odaklanmıştır. Onlara şimdiye kadar elde ettiklerini düşündükleri kazanımların tehdit altında olduğunu, AKP sayesinde kazandıkları üstünlük ve gurur vesilesi olan kimliğin baskı altına gireceğini anlatmıştır. Bu kimlik etmeni, çok vahim düzeyde bir ekonomik çöküş durumu olmadıkça, diğer etmenlere üstün gelmeyi sürdürecektir. Başka dönemlerde başka hükümetleri götürebilecek düzeydeki ekonomik sıkıntılar, bugün bu nedenle geri plana düşebilmektedir. Netice olarak, söz konusu kitle iktidarla ilgili belli bir hoşnutsuzluk yaşamaya başlamış olsa da, derin hafızasına yerleşmiş güvensizlik, korku ve tepkilerin bariyerini aşacak denli bir hareket kazanamamıştır. Burada rol oynayan endişe duygusu esas olarak, kısmen doğru kısmen yanlış olan, “karşı tarafın” eline fırsat geçeceği algısı olarak özetlenebilir.

AKP ve Erdoğan’ın iktidarı faşist nitelik kazanmıştır, ancak bu sivil faşist bir iktidardır. Tarihteki örneklerde görüldüğü gibi, bu tür rejimler sadece baskı ve şiddet yoluyla hâkim duruma gelmiş ve bu hâkimiyetini sürdürmüş değildir. Aksine bu rejimler birçok örnekte olduğu üzere, kendilerine bir kitle desteği ya da rızası yaratabilmişlerdir. Bu rejimler ekonomik, sosyal ve manevi düzeyde bir bağımlılık yaratarak, aynı zamanda sağlanan çeşitli imkânlardan mahrum kalınabileceği hissini de canlı tutarak kitleler içinde geniş destekçi kesimler yaratmayı başarabilmişlerdir.

Kutuplaştırma işinin tutmasının Türkiye’deki nedenleri konusunda biraz derine inerek birkaç önemli noktayı vurgulamak, Türkiye işçi sınıfının özgül yönlerini kavrama konusunda yararlı olacaktır. Dünyada hâkim üretim tarzı kapitalizmdir, ama farklı ülkelerde kapitalizmin gelişim şekilleri farklı olduğu gibi burjuva toplumunun gelişme şekilleri de farklıdır. Farklı tarihsel çizgiler üzerinden gelen farklı toplumsal gelenekler, sınıf mücadelelerinin farklı seyirleri, farklı siyasal, kültürel anlayışlar, somut siyaset alanında son derece farklı koşullar ve durumlar doğurabilmektedir. Bu çerçevede Türkiye işçi sınıfı da bazı bakımlardan gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıflarından farklı nitelikler sergiler. Türkiye’nin tarihsel geçmişinin, Batılı tarihsel gelişme yolundan farklı olması burada yabana atılmaması gereken bir rol oynamaktadır. Doğu tipi tarihsel gelişme çizgisinde devlet mülkiyetine dayalı daha durağan yapılar söz konusudur. Toplumda cemaat özellikleri ağır basar, özel mülkiyet ve sivil toplum gelişemez. Bunun bir sonucu aile, akrabalık, hemşerilik, mezhepsel, dinsel, etnik vb. bağların, söz gelimi Batı tipi “standart” bir burjuva toplumuna göre çok daha güçlü olması, sınıf kimliği ve bilincinin gelişiminin ise çok daha sancılı ve zor olmasıdır.

Bir ülkede burjuva nitelikte de olsa bir halk devriminin yaşanması bu tür tarihsel handikapların aşılmasında ya da etkisinin sınırlandırılmasında asıl büyük rolü oynar. Ne yazık ki Türkiye’deki burjuva devrimi bir halk devrimi şeklinde değil bir tepeden devrim şeklinde yaşanmıştır. Her ne kadar genel olarak tepeden burjuva devrimlerin de ülkelerin tarihsel ilerleyişlerinde önemli rolleri olsa da, Türk tepeden devriminin kimi özgüllükleri söz konusu tarihsel handikapların aşılmasına yardımcı olmak bir yana bunların yeni bir düzlemde pekişmesine katkıda bulunmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı örneğinde sembolize olan ve başka birçok edebi eserde işlendiği gibi, Anadolu köylüsü onun yaşam tarzına yabancı olan ve onu “adam etmeye” çalışan yeni rejimin seçkinlerine karşı derin bir kuşku ve güvensizlik içindeydi. Bu durum kendisini aktif bir siyasi hareket içinde pek göstermemiş olsa da, sonraki yıllarda önüne sandık geldiğinde alternatif sağ partiler varsa kitlesel biçimde o kanallara yöneliyordu.

Halk devrimleri yenilgiye uğrasalar bile o halkların tarihsel hafızasında derin ve olumlu izler bırakırlar. Bu devrimlerin üzerine oturduğu emekçi kitle dinamiği, toplumsal gelişmenin prangaları durumunda olan kimi tarihsel engelleri silip süpürerek sonraki kuşakların üzerinde yürüyecekleri yeni yollar açarlar. Yeni kuşaklar daha dolaysız anlamda kapitalizmin getirdiği sorunların üzerine bir de ağır tarihsel bagajın yüküyle fazlaca boğuşmak zorunda kalmazlar. Geçmişin devrimleri ve kapitalist gelişmenin kendisi bu sorunları çoğunlukla çözmüş olur.

Sınıf kimliği ve bilinci hiç kuşkusuz mücadele içinde gelişir. Türkiye işçi sınıfının geçmişinde de önemli mücadeleler vardır. Ama asıl olarak 60’lı ve 70’li yıllarda yaşanan şiddetli sınıf mücadeleleri yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi geride büyük mücadele gelenekleri, politik bir sınıf kimliği ve kültürü bırakacak denli dönüştürücü olamamıştır. Tüm işçi sınıfı militanlığı son tahlilde ekonomik bir mücadele zemini üzerinde gelişmiş ve oluşan bilinç de kitlesel olarak alındığında ekonomik bir bilincin ötesine pek geçememiştir. Ekonomik mücadeleler düzleminde kitlesel olarak militanlaşan işçiler örneğin seçimler geldiğinde tüm o mücadeleleri örgütleyen, öncülük eden devrimci güçlerin işaret ettiği doğrultuda değil de, kendi geleneksel politik aidiyetleri doğrultusunda oy kullanmışlardır. Bir sınıf devrimcisi bu olguları tüm hareket tarzına sinecek şekilde kavramak, içselleştirmek durumundadır. Bu gerçekler iyi kavranmazsa, ekonomik temelli mücadelelerde, ya da aynı kapsama sokulabilecek çeşitli hak mücadelelerinde, zaman zaman militan bir azim gösteren, hatta politik kıvılcımlar yayan işçi-emekçilerin politik olarak da kolayına bilinçlendiklerini, geleneksel olarak içinde soludukları politik bulutun dışına çıkıyor olduklarını sanma hatasına sıkça düşülür.

Sınıfı birleştirici mecra ve mücadelelerin önemi

Hem tarihsel arka plan hem de artık Türkiye’de tam anlamıyla kurumsallaşmış bir faşist rejimin tesis edildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, işçi sınıfının mücadelesinin geliştirilmesi açısından çıkış yolu nedir, nasıl bir perspektifle hareket edilmelidir? Her şeyden önce, aralarında nesnel olarak geniş işçi sınıfı katmanlarının da bulunduğu Batı tipi seküler yaşam tarzına sahip toplum kesimlerinin adet edindiği yanlış yaklaşımlara asla prim verilmemelidir. AKP’ye oy veren emekçi kitlelere “koyun” diye yaklaşmak, her fırsatta onları aşağılamak, onların da maruz kaldığı ve bundan sonra daha fazla maruz kalacağı sermayenin saldırı politikaları söz konusu olduğunda “size müstahak, beter olun” diye kin kusmak sadece faşist rejimin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir.

Daha önce asıl olarak Türkiye’de hâkim konumda olan statükocu Kemalist burjuva güçlerin körüklediği, ardından AKP’nin kendi cephesinden cansiperane sarılıp şampiyonu kesildiği burjuva kutuplaştırma ekseninin kesinlikle dışına çıkılmalıdır. İşçiler baştan sona tutarlı bir sınıf zeminine ve gündemine çekilmeye çalışılmalıdır, bu zemin üzerinden burjuva ayrıştırma siyasetlerine karşı çıkış temellendirilmelidir. Öte yandan işçi sınıfı hiçbir konuda parmağını kaldırmıyor, mücadele etmiyor değildir. Türkiye işçi sınıfı, 60’lı ve 70’li yıllarda olduğu gibi zaman zaman ciddi boyutlara da ulaşan, ekonomik temelli mücadeleler, çeşitli hak mücadeleleri vermiştir. Bunun sayılamayacak kadar çok örneği vardır ve halen de bu tür mücadeleler bir ölçüde yaşanmaktadır. Son tahlilde sınıfın bilinç düzeyinin yükselmesine giden yol tartışmasız biçimde mücadeleden geçmektedir.

Bu da, genelde zaten önemli olan, ama somut Türkiye koşullarında ilk planda daha da özel bir önem kazanan sendikal örgütlenme sorununu ortaya koymaktadır. 12 Eylül öncesi yıllarda da Türkiye’de işçi hareketinin asıl büyük atılımlarını gösterdiği ve daha öte atılımlar için de zemin hazırlayan mecra, militan bir sendikal mücadele ve örgütlenme mecrasıydı. Faşist darbenin, SSCB’nin çöküşünün ve küresel sermaye saldırılarının ardından bugün sendikal alan bırakalım önemini yitirmeyi misliyle önem taşımaktadır. Elbette baskıların büyük rolü olmakla birlikte, solun hatalı yaklaşımlarının da payıyla bugün sendikalar ağır bir sorun alanı haline gelmiştir. Ama buna rağmen Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin canlanması ve yükselmesi açısından bu alan hayati niteliğini sürdürmektedir. 80’ler ve 90’lardan itibaren toplumsal mücadelede “yeni dönem” vurgularıyla farklı tip örgütlenme teorileri ve arayışları şimdiye kadar anlamlı bir alternatif üretemediği gibi, döne döne sendikal alanın temel önemini teyit etmiştir.

Bugünün Türkiye’sinde farklı politik “mahallelere” ait işçilerin ortak örgütlenme mecrası olması nedeniyle de sendikalar bölücü burjuva kutuplaştırma politikalarının etkisizleştirilmesi için elverişli alanlardan birini oluşturmaktadır. Ancak sendikal alan üzerinden sadece ekonomik mücadelenin yürütülmesi hiçbir surette yeterli değildir. Mücadeleci sendikaların Türkiye koşullarında işçilerin hayatını çok daha geniş kapsamlı biçimde kuşatacak, onların geleneksel ağlarından çıkmalarına, bir sınıf kültürü ve kimliği oluşturmalarına yardımcı olacak bir örgütsel mecra halini alması gerekmektedir.

Ekonomik kriz derinleştikçe, bunun sonuçları daha fazla kendilerini hissettirdikçe rejimin kendisine taban haline getirdiği emekçi kitlelerin sorgulamaları, tereddütleri artacaktır. Rejimin diğer kırılganlıklarının da bu etkiyi arttırması kuvvetle muhtemeldir. Bu sorgulamaların tekrar tekrar burjuva kutuplaştırma ve korku politikalarının depreştirilmesiyle boğulması istenmiyorsa, uzun soluklu, sabırlı bir perspektif içinde sınıf eksenini ve bu temelde birliği öne çıkaran bir tarzın ısrarla yürütülmesi, büyütülmesi gerekiyor.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, 24 Haziran Seçimleri ve Sınıf Bilinci Sorunu, 4 Ağustos 2018, https://enternasyonalizm.org/node/214

yayın tarihi: 13 Ağustos 2018