2016 yılı Türkiye için hiç iyi geçmedi. Erdoğan’ın başkanlık sevdası ve emperyalist hayalleri yüzünden Türkiye’de yaşayan halkların, işçilerin, emekçilerin başına gelmeyen kalmadı. Patlayan bombalar, asker ve gerilla cenazeleri, iş cinayetleri, kötüye giden ekonomi, kadına yönelik şiddet-tecavüz-taciz olayları, cinnet geçiren insanlar, cezaevlerine tıkılan on binlerce insan, işinden edilen ve meslekten men edilen on binler, kapatılan yüzlerce kurum, artan işsizlik ve hayat pahalılığı ve daha sayamadıklarımız…
Türkiye hem içerde hem de dışarıda savaş halinde. İçerde Kürt halkına karşı kirli ve haksız bir savaş yürütülüyor, dışarıda ise ordu Suriye topraklarının bir bölümünü işgal etmiş durumda. AKP ve Erdoğan iktidarı geçici ittifaklarla ve manevralarla günü kurtarmaya çalışıyor. Egemenlerin “terör” olarak adlandırdığı giderek artan saldırıların da gösterdiği gibi Türkiye emperyalist kapışmanın alanı haline gelmiş durumda. Emperyalist güçler artık Türkiye üzerinde de kozlarını paylaşmaya başladılar. Türkiye, kimilerinin Pakistanlılaşma, kimilerinin Suriyelileşme dedikleri süreci yaşıyor adeta.
“Kifayetsiz muhteris” Erdoğan’ın zorlaya zorlaya hayata geçirdiği politikalar yüzünden Türkiye, I. Dünya Savaşının hemen arifesindeki Osmanlı’ya benzer bir hal içinde. O zamanın Enver Paşa’sının modern bir versiyonu görünümündeki Erdoğan’ın dümeninde olduğu Türkiye gemisi, Titanic misali, buzdağlarına doğru sürükleniyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar dünyanın 16. büyük ekonomisi olmakla övünen ve alt-emperyalist bir güç haline gelmiş olan Türkiye, emperyal heveslerinin sınırlarına dayanmış durumda.
Tüm bu çelişkilerin altında, faşizmin ve kimseye nefes aldırmayan boğucu ortamın pençesinde kıvranan toplumda gerilim her gün daha da artıyor. İnsanlar an be an patlama noktasına doğru ilerliyor. Toplumun akıl ve ruh sağlığı tamamen bozulmuş vaziyette. Çürüme ve yozlaşma tüm toplumu sarmış durumda. İktidarın kutuplaşmayı arttırıcı söylemleri ve politikaları yüzünden gerici bir iç savaş tehlikesi artıyor.
İşte bu yüzden Erdoğan acele ediyor. Bir an önce, bir kaza belâ çıkmadan, ayağı tökezleyip tepetaklak yuvarlanmadan başkanlık sistemini getirmek istiyor. Çok güçlü görünen iktidarının kırılganlıklar barındırdığının farkında. İktidarın borazanı haline gelmiş medyaya rağmen, tek bir muhalif sese bile izin verilmemesine rağmen, onca algı operasyonuna ve ideolojik bombardımana, propagandaya rağmen anayasa referandumuna yönelik anketlerin %50’nin altında çıkmasından da biliyor ki, halk tek adam-tek parti rejimi anlamına gelen başkanlığı o kadar da istemiyor. Halkın önemli bir bölümünün kendisine verdiği desteğin hızla eriyebileceğinin, rüzgârın hızlı biçimde yön değiştirebileceğinin farkında.
İşte bu yüzden acele ediyor Erdoğan. Fiilen devlete egemen olduğu halde, partiye ve Meclise hâkim olduğu halde, yargıyı avucunun içine almış olduğu halde, MHP’yi yedeğine alıp CHP’yi etkisizleştirmiş olduğu halde korkuyor. Faşizmin kurumsallaşması sürecini nihayetine erdirmeyi ve kendisinin “Türk tipi başkanlık” dediği faşist diktatörlüğe bir an önce geçmeyi istiyor. Ancak bu sayede iktidarını sürdürebileceğine inanıyor. Osmanlı’yı diriltme hayallerinin iflas ettiği ve Türkiye’nin tekrar “hasta adam” haline geldiği bir konjonktürde sadece denge siyasetiyle ve manevralarla ya da içeriye dönük hamasi-demagojik nutuklarla işi çok fazla götüremeyeceğini; televizyona çıkıp ne kadar höykürürse höykürsün ekonominin Batı’nın sermayesine göbekten bağlı olduğunu ve bu nedenle çok kırılgan olduğunu iyi biliyor.
Bu yüzden de acele ediyor. Anayasa teklifi bir an önce Meclisten geçmeli ve ardından referandum yapılmalı ve kendisi de “başkan baba” olmalı. Mecliste yapılacak oylamada AKP’den fire olmamalı ve MHP’den de yeterli destek alınabilmeli. Referandumda bırakalım %50’nin tutturulmasını, en az %60 ve üzeri bir evet çıkmalı ki göğsünü gere gere milli irade teranesini söylemeye devam edebilsin, meşru iktidar imajı bozulmasın. Ama bu noktada da işi kolay değil. AKP içinde bile çatlak sesler var. MHP’li vekillerin önemli bir kısmı Mecliste yapılacak oylamada yan çizebilir. Referanduma yönelik anketler hiç de parlak değil.
Bu yüzden de 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana başarılı olmuş tek politikayı, dozunu arttırarak uygulamaya devam ediyor. Yani kaos ve istikrarsızlık devam etmeli, kutuplaşma devam etmeli ki halk faşizme, tek adam-tek parti diktatörlüğüne, Erdoğan’ın başkanlığına ikna edilebilsin. İçinden geçilen tarihi ve zorlu süreçten Türkiye gemisini ancak Erdoğan’ın kaptanlığının selamete ulaştırabileceğine halk kani olsun. Geminin selamete ulaşabilmesi için demokrasiden vazgeçilmesi gerektiğini, içerde ve dışarıda savaşın zorunlu olduğunu, her türlü ekonomik zorluğa katlanmak gerektiğini halk kabul etsin.
Erdoğan iyi biliyor ki zaman aleyhine işliyor. Bu yüzden de, biraz da panik havasında, “yeni bir Kurtuluş savaşı içindeyiz” söylemleri eşliğinde seferberlik ilan ediyor. Erdoğan diyor ki, “Buradan tüm vatandaşlarıma sesleniyorum, Anayasamızın 104. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başı olarak, PKK’sıyla, DEAŞ’ıyla, FETÖ’süyle, DHKP-C’siyle ve tüm diğerleriyle, adı, söylemi, yöntemi ne olursa olsun, tüm terör örgütlerine karşı milli bir seferberlik ilan ediyorum”.
Erdoğan’a göre kendisine karşı olan herkes ve her örgüt teröristtir. Erdoğan utanmazca ve riyakârca, saydığı diğer örgütlerle eli kanlı katiller çetesi IŞİD’i aynı kefeye koymaktadır. Üstelik de bu IŞİD, iktidarın düne kadar “öfkeli gençler” diyerek önünü açtığı, desteklediği, silah fabrikaları kurduğu, her türlü lojistik desteği verdiği bir örgüttür. Suriye politikası iflas ettiği ve Batı’dan istediğini alamadığı için şimdilerde Rusya’ya yanaşan ve bu yüzden tükürdüğünü yalamak zorunda kalan Erdoğan, bu söylemle halkın kafasını bulandırmakta, Kürt özgürlük hareketinin ve diğer örgütlerin aslında dış güçlerin güdümünde bulunduğu algısını oluşturmaya çalışmaktadır. Böylelikle başta Kürtlere karşı yürütülen haksız ve kirli savaşın, yüzlerce insanın ölümüne yol açan katliamların, binlerce Kürt siyasetçisinin zindanlara atıldığı gerçeğinin üzerini örtmek istemektedir. İşine gelmeyen her şeyi ve herkesi “terörist” ilan eden Erdoğan, şimdi de bu “terör” örgütlerine karşı milli seferberlik ilan ettiğini duyurmaktadır. Ayrıca sadece bu “terör örgütleri”ni değil arkasındaki güçler olarak gördüğü Batı’yı ve ABD’yi de güya hedef tahtasına koymaktadır.
Sarayda topladığı muhtarlara seslenen Erdoğan, konuşmasının devamında polise hitaben “yetkilerinizi sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyin” diyerek, polis şiddetinin, devlet terörünün, katliamların, tutuklamaların ve baskıların artacağını da açıkça ifade etmiştir. Bununla da yetinmeyip muhtarları bir kez daha “muhbirliğe”, “devletin ajanı olmaya” zorlamıştır. “… Güvenliğimizi sadece güvenlik güçlerine bırakamayız. Bu mücadeleyi, hep birlikte vereceğiz. Muhtar dediğimiz nedir? Bulunduğu köyün, bulunduğu mahallenin, hangi evinde, hangi mahallesinde kim var, bunları enine boyuna bilendir” demesi bundandır.
Bir yandan faşizmin kurumsallaşması için çaba sarfeden Erdoğan, diğer yandan da faşizmin sivil tabanını güçlendirmeye, paramiliter yapıları pekiştirmeye, terörize olmuş halkın korkularını kullanarak herkesi iktidarın ajanına dönüştürmeye çalışmaktadır. Erdoğan istiyor ki, tıpkı Hitler Almanya’sında olduğu gibi koca karısını, çocuk babasını, öğrenci öğretmenini, işçi yanındaki arkadaşını ihbar etsin. Ajanlık ve muhbirlik tüm topluma yayılsın, kimse yanındakine güvenmesin, ama herkes devletin kulu kölesi olsun.
İçinden geçilen sürecin kırılganlığını bilen Erdoğan, tam da yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı Kurtuluş Savaşı benzetmesini yapmaktadır: “Yaşadığımız dönem en az Kurtuluş Harbi kadar önemlidir, kritiktir. Üst akıl her gün yeni şeytanlıklarla karşımıza çıkıyor. Mezhep savaşlarıyla, iç savaşlarla bölgemizin geleceğini karartmaya çalışıyor. Bu bir güç savaşıdır ama bizim milletimizin güzel bir sözü var. Bizim insanımız zor oyunu bozar der. İstiklal harbimizde zoru göstererek oyunu bozduk. Her ne kadar hedeflerimize tam olarak ulaşamasak da Sevr’i paçavraya çevirmeyi başardık. Bugün de adı konmamış bir Sevr tehdidiyle karşı karşıyayız.”
Bu sözler aslında emperyalist heveslerin ve iflas eden dış politikanın, Türkiye’nin ABD ve Rusya gibi büyük emperyalist güçlerin kapışmasının alanı haline geldiğinin, ülkenin büyük bir yıkım tehdidiyle karşı karşıya olduğunun itirafıdır. Ama Erdoğan Türkiye’yi bu hale kimin soktuğunu söylememektedir, çünkü baş sorumlu kendisi ve AKP iktidarının politikalarıdır.
Ülkenin ve toplumun bu noktaya gelmesindeki sorumluluğunu “dış güçler” söylemiyle örtmeye çalışan Erdoğan, halkı da faşist iktidarın peşine takılmaya davet etmektedir: “Terör örgütlerine karşı, milletimizle birlikte, bir milli seferberlik ruhu içerisinde hep birlikte kararlılıkla mücadele edeceğiz. Gün farklılıklar üzerinden kısır çekişmelerle enerjimizi heba etme, kavga etme değil, ‘Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ ilkeleri çerçevesinde bir olma, beraber olma, kardeş olma, hep birlikte Türkiye olma günüdür.”
Erdoğan halkı kendine tam anlamıyla biat etmeye çağırmaktadır. Onun yücelttiği “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ilkeleri, gerçekte faşizmin ilkeleridir. Erdoğan istemektedir ki, halk ona biat etsin ve gerektiğinde kurbanlık koyunlar gibi mezbahaya girsin, faşist diktatörlüğün ikbali uğruna Suriye’de veya Irak’ta savaşsın, Kürt kardeşlerini boğazlasın!
TC’nin emperyalist emelleri uğruna işgal ettiği Suriye’de yürüyen savaşı da “vatan savunusu” diye yutturmaya çalışmaktadır. Ona göre Türk ordusu Suriye’de PKK ve IŞİD gibi “terör örgütleri”ne karşı savaşmakta, bu uğurda onlarca “şehit” vermektedir. Erdoğan, şehitlik edebiyatına sığınarak sayısı giderek artan asker cenazelerinin yaratabileceği tepkilerin önünü kesmeye uğraşmaktadır. 20 Temmuz 2015’ten bu yana 1478 “şehit” verildiğini, buna karşılık devletin de 10 binden fazla insanı katlettiğini, 40 bin gözaltı ve 10 bin 500 tutuklama yaptığını söyleyerek, kanı kanla yıkamakla övünmektedir utanmadan.
Kuşkusuz Erdoğan’ın ilan ettiği “milli seferberlik”, henüz anayasada yer aldığı haliyle seferberlik değildir. Ama yaptığı konuşmaya ve altını doldurma şekline bakarsak, Erdoğan’ın içerik olarak bunu temel aldığını, yani toplumda buna uygun bir ruh hali yaratmaya çalıştığını görürüz. Anayasanın 122. maddesine göre OHAL yetersiz kalırsa, savaş hali veya ayaklanma vuku bulursa, ülkenin bölünmezliği ciddi biçimde tehdit altına girerse seferberlik ilan edilebilmektedir ki, Erdoğan da ülkenin böylesi bir tehditle karşı karşıya olduğunu vurgulamaktadır. Kurtuluş Savaşı benzetmesi boşuna değildir.
İlgili kanunda seferberlik “Devletin tüm güç ve kaynaklarının, başta askeri güç olmak üzere, savaşın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hazırlanması, toplanması, tertiplenmesi ve kullanılmasına ilişkin bütün faaliyetlerin uygulandığı; hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı hal” olarak tanımlanmaktadır. Yani seferberlik ilanı demek, aslında ülkenin “savaş hali”ne geçmesi demektir!
Bu açıdan bakarsak Erdoğan “milli seferberlik” ilan etmekle ülkenin savaşta olduğunu kabul ve itiraf etmektedir. İşin aslı Türkiye gerçekten de savaşın göbeğindedir. Patlayan bombaları ve suikastları “terör saldırısı” diye geçiştirmek mümkün değildir, çünkü bunlar yürüyen 3. Dünya Savaşının yani emperyalist savaşın bir parçasıdırlar. Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığı ve IŞİD, El Nusra gibi yapıları desteklemesi de aynı kapsamda değerlendirilmelidir.
Peki, Erdoğan neden resmi/hukuksal anlamda seferberlik ilan etmemiştir? Birincisi, Bakanlar Kurulu kararını ve Meclisin onayını gerektiren seferberlik ilanı, devlet aygıtlarını ve güçlerini önemli ölçüde ordunun emrine vermektedir ki Erdoğan henüz bunu göze alacak denli orduya güvenebilecek durumda değildir. İkincisi, henüz anayasa değişikliği yapılmamış ve başkanlık sistemine geçilmemişken, ülkeyi bu denli ciddi bir gerilimin içine sokmayı göze alamamaktadır. Ancak şunu kabul etmek gerekir ki, resmi/hukuksal anlamda seferberlik ilanı ile oluşacak durum tam da Erdoğan’ın isteyeceği türden bir durumdur. Dolayısıyla başkanlık işini halletmiş bir Erdoğan için, devletin ve ordunun başı olarak seferberliği resmi olarak da ilan etmek son derece tercih edilir bir şey olacaktır. Ülkenin “savaş hali”ne geçmesi, yani demokrasinin tümden ve tamamen bir kenara kaldırılması, devletin ve milletin mutlak biçimde Erdoğan’ın buyruğu altına girmesi ya da bir başka deyişle Erdoğan’ın faşist diktatörlüğünün pekişmesi, tam da onun istediği şeydir. Üstelik Erdoğan seferberlik süresi boyunca yaptığı icraatlardan dolayı da yargılanamayacaktır.
Sonuçta Erdoğan’ın bugün “milli seferberlik” ilanı ile yapmaya çalıştığı ise başkanlığa giden yolda tüm toplumu kendi arkasında ve politikaları doğrultusunda seferber etmektir. Artık OHAL bile Erdoğan’a yetmemektedir. Faşizmi savaşsız düşünmek mümkün olmadığına göre, Erdoğan’ın içerde ve dışarıda süren savaşı daha da tırmandıracağını öngörmek gerekir. Suriye’dekine benzer işgal girişimlerinin Irak’ta yaşanması ihtimal dışı değildir ya da bölgede İran’la girilmiş olan rekabetin ve kapışmanın Türkiye ile İran’ı ama dolaylı ama direkt olarak karşı karşıya getirmesi de mümkündür. OHAL’i bile yeterli görmeyen iktidarın yaptığı hazırlıkların arkasında en kanlı planların yatabileceğini düşünmek gerekir.
Seferberlik denilince bu topraklarda akla ilk gelenin I. Dünya Savaşında yaşananlar olması boşuna değildir. Seferberlik, I. Dünya Savaşına halk arasında verilmiş olan addır, çünkü eli silah tutan herkes seferberlik ilanıyla cepheye sürülmüş, geri kalanların da elinde avucunda ne varsa el konulup halk derin bir sefalete itilmiştir. İttihatçı paşaların “düvel-i muazzama”ya karşı ilan ettikleri bu seferberlik sonucu Osmanlı dönemin en büyük emperyalist güçleriyle uzun ve kanlı bir savaşa sokulmuştur. İttihatçı paşaların yayılmacı emellerle, “büyük Osmanlı” hayalleriyle ülkeyi soktukları emperyalist savaşın sonucu hüsran olmuş, büyük acılar ve felâketler yaşanmıştır. Bugünün Enver Paşası Erdoğan da aynı yolda ilerlemekte, ülkeyi adeta uçuruma sürüklemektedir.
Erdoğan’ın ilan ettiği seferberliğin anlamı toplumdaki kutuplaşmanın artması, yani AKP’yi destekleyenler-desteklemeyenler, Sünniler-Aleviler, dindarlar-laikler, Türkler-Kürtler şeklindeki yarılmanın derinleşmesidir. Bu da gerici bir iç savaş tehlikesinin yükselmesi demektir. Erdoğan çıkarları uğruna iç savaşı göze almıştır. Gerek devletin kolluk güçleriyle gerekse de nicedir açıktan veya gizli beslediği, büyüttüğü paramiliter güçlerle, faşist çeteleriyle iç savaşa hazırdır.
Seferberliğin anlamı baskıların, anti-demokratik uygulamaların katmerlenerek artması hatta temel hak ve özgürlüklerin tümüyle tasfiyesi, faşizmin yerleşmesi olacaktır. Giderek daha fazla insan muhalif oldukları, hatta AKP’yi ve Erdoğan’ı desteklemedikleri için polis şiddetine maruz kalacak, gözaltına alınacak, tutuklanacak, zindanlara tıkılmaya çalışılacaktır. Daha şimdiden cezaevleri dolmuş taşmıştır. Muhalif olarak görülen yüzlerce dernek, vakıf ve sendika daha şimdiden kapatılmıştır ve sürekli listeye yenileri eklenmektedir. Sendikalar büyük ölçüde devlet güdümüne alınmış, kalan az sayıda sendika da fiilen pasifize edilmiştir.
Seferberlik kontr-gerillanın, derin devletin faaliyetlerinin artması demektir. Geçmişte kontr-gerillanın merkezi olan “Seferberlik Tetkik Dairesi Başkanlığı” ve icraatları iyi hatırlanmalıdır. Bu kontr-gerilla eliyle devlet önce ortamı terörize etmiş, katliamlar düzenlemiş, halkı canından bezdirmiş ve ardından da “kurtarıcı” havalarında askeri bir darbe gerçekleştirerek 12 Eylül faşizmini kurmuştu. Erdoğan da aynı yolu izlemektedir.
“Milli seferberlik” ilan eden Erdoğan, olumsuz görünen her şeyi “dış güçler”e bağladığı için “Batı karşıtlığı” üzerinden bir propaganda yürütmekte ve halkı da, yeni bir Sevr üzerinden Türkiye’yi bölmeye çalışan dış ve iç güçlere karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı vermeye çağırmaktadır. Bu yeni Kurtuluş Savaşının “başkumandanı” kendisi olacak, peşine taktığı halk da onun her dediğini doğru kabul edip yerine getirecektir. Tıpkı zamanında Hitler’in Alman halkını führerin peşinden giderek “büyük Almanya”yı kurmaya çağırması gibi, bugün de Erdoğan halkı “büyük Türkiye”yi kurmaya çağırmaktadır.
Erdoğan’ın ilan ettiği “milli seferberlik”in, öz itibariyle Mussolini’nin veya Hitler’in seferberliğinden pek farkı yoktur. Mussolini 1922’de seferberlik ilan etmiş ve ardından da “büyük yürüyüş”ü başlatarak sonunda iktidarı zaptetmişti. Ülkenin yıkılmakta ve parçalanmakta olduğunu söyleyen Mussolini, İtalya’nın tekrar ayağa kalkması ve eski büyük günlerine dönmesi için halkı faşist partinin ve “duçe”nin arkasında seferber olmaya davet etmişti. Almanya’da da Hitler, önce iktidarı almak ardından da faşizmi ülkeye ve dünyaya yaymak için seferberlik ilan etmişti.
Başkanlığı almak ve faşizmi tam anlamıyla kurumsallaştırmak için seferberlik ilan eden Erdoğan’ın bu güce ulaştığında neler yapacağını da Almanya örneğinden çıkartabiliriz. Naziler iktidara gelip Hitler “führer” ilan edildikten sonra geride ne meclis ne de diğer siyasi partiler kalmıştı. Naziler, desteğini aldıkları diğer milliyetçi partiyi de kapattılar. Belediye başkanları Nazi Partisi tarafından atanmaya başladı. Faşist ideoloji toplumun tamamına hâkim kılındı. İşsiz kitleler büyük inşaat projelerinde ve askeri sanayide karın tokluğuna çalıştırılmaya başlandı. Bu da “işsizlik yok edildi” diye lanse edildi. Muhalif durumdaki sosyal demokratlar ve komünistler çoktan bertaraf edildiği ve tüm sendikalar da kapatıldığı için karşı koyacak kimse de kalmamıştı. Tıpkı şimdilerde Erdoğan’ın “terör örgütü yandaşlarını” temizleme bahanesiyle yaptığı gibi, ırkçı yasalar eliyle Yahudiler devlet memurluklarından çıkartılıp yerlerine “hakiki” Almanlar yerleştirildi. Erdoğan’ın “dindar ve kindar” bir nesil yetiştirmek üzere yaptığı gibi, tüm eğitim sistemi faşizme uygun biçimde elden geçirildi.
Siyasal şiddeti, savaşı ve yayılmacı politikaları “büyük Almanya”yı yaratmak yolunda bir araç olarak gören ve güçlü ulusların güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri süren Naziler tüm barışçıl uluslararası anlaşmalardan çekildiler. Savaş uğruna seferber edilen kitleler, cephelere sürülüp sınıf kardeşlerini boğazlamaya gönderildiler. Nazi Almanya’sının orduları, o zamanki tabirle “dostlukla” Avusturya’ya girdi! “Sırf kendini korumak” için Çekoslovakya’yı işgal etti! Almanya’nın “toprak bütünlüğünü korumak” ve “Alman halkına yaşam alanı sağlamak” için Polonya’ya girildi! Nazi Almanya’sının bu “barışçıl ve haklı” girişimlerine “düşmanlıkla” karşılık veren İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Almanya’ya savaş ilan etmesi sonucu II. Dünya Savaşı başlamış oldu! Yetmiş milyondan fazla insan hayatını kaybetti ve Almanya dâhil tüm Avrupa harabeye döndü…
Tarih de göstermektedir ki, Erdoğan’ın faşist seferberliğinin ülkeyi ve toplumu götüreceği son, büyük bir yıkım ve felâket olacaktır. Türkiye işçi ve emekçi sınıflarının önünde iki seçenek vardır: faşizmin seferberliğine katılarak yok olmak veya faşizme karşı mücadele için seferber olarak tüm toplumu kurtarmak!
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Faşizmin Seferberlik İlanı, 3 Ocak 2017, https://enternasyonalizm.org/node/178
“Türk Tipi” Sivil Faşizm Üzerine
Toplumsal Bunalım Dönemlerinde Öfkenin Dışavurum Biçimleri