Türkiye’nin siyasal gidişatında son dönemde yaşanan hızlı değişim ve kaymaları, sürecin tüm aşamaları boyunca ele almakta, analiz etmekteyiz. Büyük ölçekli siyasal-tarihsel süreçlere noktasal bir başlangıç tarihi vermek genel olarak güç olmakla birlikte, Türkiye’de rejimin son dönemdeki otoriterleşme sürecinin, esas olarak 2011’den itibaren başladığını söyleyebiliriz. O günlerden bu yana, otoriterleşme önce Erdoğan’ın şahsında simgeleşen bir Bonapartlaşma süreci görünümünü aldı, ardından yine yaklaşık olarak 2015’in ikinci yarısından itibaren bir faşist tırmanış sürecine evrildi. Faşist tırmanış süreci de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından getirilen OHAL kararnamelerine dayalı rejimle birlikte artık bir olgunlaşma aşamasına gelmiş oldu. Bu noktadan itibaren OHAL temelinde genel olarak bir faşist rejimin kurulmaya, kurumsallaştırılmaya başladığını söylüyoruz. Tüm bunlara ek olarak da, faşist rejimin henüz tam olarak kurumsallaşmış olmadığını, bu süreçte son dönemeç olarak nitelenebilecek noktanın henüz geçilmediğini vurguluyoruz. Faşist gidişatın lideri olarak Erdoğan, bu süreci hayli ilerletmiş, yolun önemli bölümünü geride bırakmıştır, ancak yeni rejimin asıl kurumsallaşması anlamına gelecek “Türk Tipi” başkanlık sistemi henüz yasal ve anayasal olarak kurulmuş değildir. Nitekim şu günlerde telaşla çaba harcanan şey bunu bir an önce gerçekleştirmektir. Bu sürece ilişkin bir diğer temel belirlememiz de şudur ki, gidişat çelişki ve kırılganlıklardan azade, garantili bir gidişat değildir.
Öte yandan faşizmin iki yolu olarak askeri ve sivil faşizmi hatırladığımızda, yaşadığımız sürecin Türkiye’nin geçmiş deneyimlerinden farklı olarak, askeri değil sivil tipte bir faşizm olduğu açıktır. Halen kurulmakta olan rejim, 12 Eylül’den farklı olarak, iktidara ordunun yerleştiği bir askeri darbe ile gelmemiştir. Bu anlamıyla Türkiye’de ilk kez bir sivil faşist iktidarın kurulmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bir parti ve onun lideri burjuva demokrasisinin oyun kuralları çerçevesinde ilerleyerek gelmiştir ve bir faşist iktidar kurmaktadır.
Ancak, uzak ve yakın tarihteki sivil faşist iktidar oluşumlarına baktığımızda, AKP-Erdoğan örneğinde yaşanan sürecin, deyim yerindeyse “standart dışı” bazı özellikler sergilediği, bu anlamda özgünlüklerinin olduğu da o denli açıktır. Bu yazıda bu noktaları elimizden geldiğince tespit etmeye ve bunlara açıklık getirmeye, neden, nasıl ve hangi anlamda faşizm dediğimizi, ne tür bir faşizmin söz konusu olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Bu bağlamda akla gelebilecek şu tür soruları ele alacağız: AKP bir faşist parti mi? Dolayısıyla 2002’de faşist parti mi iktidara gelmişti? Bir devrim tehlikesi ya da düzeni tehdit edecek şekilde yükselen bir işçi hareketi mi vardı(r)? Bu sürecin arkasındaki güç finans-kapital midir? Ya da başka bir ifadeyle, Erdoğan’ın arkasındaki güç, onun destekçisi, finansörü finans-kapital midir?
Bugün Türkiye’de güdük burjuva demokrasisinin bile çoktan boğulduğu açıktır. On binlerce insan hapse tıkılmış, işinden atılmış, yetmemiş birçoğu mesleklerinden dahi men edilmiş, yüzlerce basın kuruluşu, binlerce dernek, vakıf gibi kurum kapatılmış, iki yüze yakın gazeteci hapse atılmış, medya zorla çok büyük oranda iktidarın bülteni haline getirilmiştir. Parlamento hükümsüzleştirilmiş, HDP’li vekiller birer birer hapse tıkılmaya başlanmış, adalet mekanizmasının az çok hukukilik görüntüsü bile ortadan kalkmış ve büyük bir keyfilik hâkim hale gelmiş, kuvvetler ayrılığı fiilen ortadan kalkmış, seçimler giderek baskı, tehdit, yıldırma altında plebisite dönüştürülmeye başlanmıştır. Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanları birer birer görevden alınıp hapse tıkılmış, kentler devlet güçleri tarafından yakılıp yıkılmış, bu kentlerin yüz binlerce sakini evsiz barksız bırakılmış, göç ettirilmiş, paramiliter terör ve pasifikasyon çeteleri yaygınlaştırılmış, ülke anayasal özgürlüklerin rafa kaldırıldığı bir kanun hükmünde kararnameler dizisi ile yönetilmeye başlanmış durumdadır. Bunun yanı sıra ülkenin ordusu bilfiil bir işgalci güç olarak bir başka ülkenin topraklarında savaş yürütmektedir. Reis sıfatıyla yüceltilen demagog bir lider mutlak yetkilerle donatılmış bir başkanlık sistemi getirmeye çalışmakta, gün sektirmeden evlerdeki ve kamusal alanlardaki ekranlarda Mussolini gibi “çok konuşmaktadır”. Şovenizm, militarizm, devletperestlik ayyuka çıkmış, askeri yayılmacılık kutsanır hale gelmiş, emperyalist söylem gemi azıya almıştır.
Tarihe baktığımızda bu tabloyu ve gidişatı tarif etmek için faşizm kavramından daha uygun bir seçenek görünmemektedir. Ancak tarihteki örnekler temelinde baktığımızda mevcut sürecin özgünlüklerini, benzer ve benzemez yönlerini doğru bir şekilde yorumlayıp yerli yerine oturtmak önem taşımaktadır.
AKP-Erdoğan faşizmi hangi dinamikler üzerinden gelmektedir?
Sivil faşist rejimler klasik örneklere baktığımızda devrim ve karşı-devrim dinamiklerinin yan yana işlediği sert ve ağır toplumsal bunalım süreçlerinin sonucunda gelmiştir. İtalya ve Almanya savaş sonrası devrimci bir buhran dönemi yaşamış ve burjuvazi devrim dinamiklerini bertaraf etmek için faşist partilere iktidar yolunu açmıştır. Öz olarak bu durum İspanya’da da geçerli olmuş, 20. yüzyılın sonraki dönemlerinde Türkiye dâhil çeşitli ülkelerde görülen askeri faşizm örneklerinde de somutlanmıştır.
Ancak Türkiye’deki mevcut süreç asıl olarak bu tür bir zeminden doğmuş değildir. İşçi sınıfının bilinç, örgütlülük ve mücadele düzeyi hayli gerilemiş durumdadır ve düzeni tehdit eden bir işçi hareketi henüz şekillenmiş değildir. Dahası, işçi sınıfı çoğunluk itibariyle AKP ve Erdoğan’ın destekçisi konumundadır.
Türkiye’nin esas olarak TÜSİAD’da somutlanan büyük sermaye odakları mevcut aşamada Erdoğan’a açık bir destek sunmuyorlar. Aksine bu kesimlerle Erdoğan arasında bir çatışma, bir sürtüşme yaşanıyor. Sermaye sınıfı ciddi bir siyasal bölünmüşlük yaşamaktadır. İşin doğrusu en büyük sermaye grupları Erdoğan’ın birçok badireyi atlatmış olması ve yürüttüğü can yakıcı saldırılar karşısında önemli ölçüde sinmiş durumdadır.
Erdoğan iktidar savaşını önce statükocu burjuva kesimlere (ki omurgasını ordu teşkil etmekteydi) karşı verdi. Bunda devlet içinde büyük bir güç haline gelmiş olan Gülencilerle ittifakı önemli rol oynadığı gibi, geleneksel büyük sermaye kesimleri de AB programı çerçevesinde buna esasen destek verdi. ABD ve AB emperyalizmi de ordu karşısında Erdoğan’ı destekledi. Ancak Erdoğan’ın kendine daha doğrudan bağlı sermaye gruplarını palazlandırmada aşırıya kaçması ve dış politikada da Türkiye’nin geleneksel pozisyonlarında değişikliklere yönelmesi sonucu, bu sermaye kesimleri, koşullu ve kontrollü destek pozisyonundan muhalefet pozisyonuna geçti. Bunun en bariz dışavurumu 2013 Gezi sürecinde yaşanmıştı hatırlanacağı gibi. Böylece Erdoğan sözkonusu sermaye kesimleriyle çeşitli konular üzerinden büyümeye başlayan sürtüşmeler temelinde, bu kesimlere de saldırmaya başladı.
“Özellikle 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan ve adamlarının siyasal tavırlarında gözlemlenen gerçeklik budur. Ama bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. Örneğin, TÜSİAD yöneticilerinin AB reformları ve ekonominin gidişatı konusunda yönelttikleri eleştiri ve uyarılara, Erdoğan ve hükümet sözcüleri her seferinde sert bir üslupla karşılık vermiş ve “TÜSİAD kendi işine baksın” yollu ifadelerle onları terslemişlerdir. TÜSİAD yöneticilerinin belli bir tarihten sonra, Erdoğan’ın icraatları karşısında daha az konuşur hale gelmeleri ve hükümeti eleştirmekten kaçınmaları da görece bir geri çekilmenin göstergesidir. Fakat TÜSİAD yöneticilerinin daha az konuşur hale gelmesi ve hükümeti eleştirmekten kaçınması, burjuvazi içinde gönüllü bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlandığı anlamına da gelmiyor. Bu durum, Erdoğan türü bir “barışın” (pax Erdoğana) TÜSİAD yöneticilerine de dayatılmış olduğunu gösteriyor.” (Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, Kasım 2012, marksist.com)
Aslında bu durum Erdoğan diktatörlüğünün kırılganlık noktalarından da birini oluşturuyor. En büyük sermaye gruplarının çoğunun Erdoğan’a destek olmak bir yana onun düşüşünü gözlüyor olması, aynı zamanda onu paranoyaklaştıran etmenlerden biri durumunda. Hitler iktidara geldiğinde en büyük sermaye gruplarının desteğini almış durumdaydı. Erdoğan başkanlık sistemini getirmeyi başarırsa, belki Türkiye’de de durum değişebilir, bunu göreceğiz.
Bugün yürüyen süreç, içinde hem Bonapartizm öğelerini hem de faşizm öğelerini barındırmaktadır. Gerçekliği mekanik, katı, donuk biçimde değil diyalektik bir titizlikle ele almak durumundayız. Olgunun içindeki farklı öğe ve eğilimler ancak Marksizme özgü diyalektik bir incelikle tespit edilebilir. Siyasal biçimler, dış görünümleri itibariyle ülkelerin tarihsel-toplumsal özgünlükleri, toplumsal mücadelelerin özgün gelişimleri, farklı gelişmişlik dereceleri gibi birçok etmen tarafından belirlenen geniş bir çeşitlilik ve geçişkenlik arz eder. O nedenle cetvelle ölçülen keskin farklar zaten söz konusu değildir. Tam da bu nedenle, her bir durum için yeni bir kavram icat etmeye gerek yoktur. En genel eğilimleri ifade eden ana kategoriler olarak Bonapartizm ve faşizmi ayırt etmek, fakat bunu da, mekanik ve su sızdırmaz ayrımlar olarak değil, değişik bileşimleri ve iç içeliklerini hesaba katan diyalektik bir tarzda yapmak gereklidir. İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da, Portekiz’de faşizm vardı, ancak bunların hepsi farklılıklar arz ediyordu. Bu farklılıklar yer yer önemli farklılıklardır. Siyasal gelişmeleri doğru değerlendirmek için ne bu farklılıklar göz ardı edilebilir ne de bu farklılıklara bakılarak genel bir faşizm kavramı gereksizdir denilebilir.
Bu çerçevede Erdoğan’ın 15 Temmuz’dan sonra ipleri fiiliyatta tümüyle eline alıp, erkleri kendi bünyesinde fiilen birleştirdiği, temel anayasal demokratik hakları askıya aldığı ve kendi başına yasalar ihdas ettiği yeni OHAL rejiminin artık Bonapartizm kavramının ötesine geçtiği açıktır. 15 Temmuz’un, oynadığı rol bakımından şaşırtıcı biçimde Reichstag Yangınına benziyor olması da bu sürecin niteliğine dair önemli bir belirtidir. Hitler kendi rejimini asıl olarak bu yangından sonra, onu bahane ederek ve olağanüstü yetki yasaları temelinde kurmuştu. Şu anda parlamentonun görünüşte varolması, orada birkaç partinin hâlâ bulunuyor olması yanıltıcı olmamalıdır. Gerçekte parlamento, tanımlı anayasal işlevini yitirmiş durumdadır. Eğer kimi AKP ve MHP milletvekilleri şu ya da bu nedenle evet oyu vermekten yan çizmezlerse, yeni anayasa değişikliği oylaması onun son nefesini verdiği eylemi olacaktır. Eğer mevcut anayasa taslağının öngördüğü gibi bir sistem kurulursa parlamento tümüyle Erdoğan’ın kontrolünde, siyaseten hadım edilmiş bir müessese, bir müsamere sahnesi olacaktır. Siyasi hayatın odak ve ağırlık noktası tümüyle başkanlık sarayı olacaktır.
Geçişsel Bonapartizm olgusu
Erdoğan, daha baştan İslamcı-muhafazakâr sermaye kesimleri ile sonradan bu kesime yanaşmış diğer sermaye kesimlerinin bir temsilcisi olsa da, otoriterleşme sürecinin belirli bir evresine kadar, geleneksel büyük sermaye kesimlerinin talep ve çıkarlarını görmezden gelmiyor, bu iki kesim arasında belirli ölçüde bir denge kuruyordu. Bu yönüyle ve otoriterleşmenin düzeyinin 15 Temmuz sonrasına göre henüz daha ılımlı olmasıyla, söz konusu dönem geçişsel bir Bonapartizm dönemi olarak görülebilir.
Bu durum çeşitli tarihsel faşizm örneklerinde de görülen bir benzerlik noktasıdır. Almanya’da Hitler liderliğindeki Nazi iktidarı burjuvazi içi dengeleri gözeten bir dizi Bonapartist geçiş hükümetlerinden sonra gelmiştir. 1930’lu yıllarda benzer otoriterleşme süreçleri yaşanan Avusturya, Fransa gibi bir dizi diğer Avrupa ülkesinde de benzer bir olgu görülmüştü. Yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, Almanya’nın aksine Fransa’da, işçi sınıfı partilerinin ve sendikalarının ortak hareket etmeyi başarması sonucu, Bonapartist geçiş süreci tamamlanamadı, faşizmin önü alındı.
AKP faşist bir parti mi?
AKP baştan itibaren bir faşist parti değildi. Ancak bir süreç geçirmiştir ve halen bu süreç işlemektedir. AKP en başta İslamcı-muhafazakâr unsurlar olmak üzere çeşitli eğilimleri barındıran bir partiydi. İçinde, sol çeşitlemesi dâhil liberallerin, geçmişte ANAP-DYP tipi muhafazakâr sağ partilerin kadroları ya da tabanını oluşturan unsurların ve elbette çeşitli tonlarda İslamcıların yer aldığı bir partiden söz ediyoruz. Parti bu haliyle, bazı tereddüt ve koşullarla da olsa, asıl olarak TÜSİAD’da somutlanan Batıcı-laik büyük sermaye kesimlerinin de desteğini almıştı. Ancak süreç içinde, öncelikle AKP içindeki liberal unsurlar tasfiye edildiler (Haluk Özdalga, Zafer Üskül, Reha Çamuroğlu, vb.) Sonraki aşamada ANAP-DYP tarzı unsurların varlığı silindi, bunlar ya partiden uzaklaştı(rıldı)lar ya da dönüştüler. Daha sonraki aşamada ise asıl sancılı tasfiye dalgasını oluşturan, İslamcı kökenden gelen başlangıçtaki çekirdek kadronun unsurlarının tasfiyesi yaşandı, yaşanıyor. Bu son unsurlar çoğu durumda söz konusu kadronun içinde daha ılımlı ve uzlaşmacı olanları oluşturuyordu.
AKP, parti olarak bir faşistleşme süreci yaşamaktadır ve bu süreç hayli ilerlemiş durumdadır. İçindeki farklı eğilimlerin dalga dalga tasfiyesi ve partinin Erdoğan’ın demir yumruğu altında tam itaat temelinde zapturapt altına alınması bu sürecin temel bir boyutudur. Başka bir boyut, AKP ile devlet aygıtının gitgide birleşmesi/kaynaşması sürecidir. Artık valiler, yüksek bürokratlar, milli eğitim müdürleri vb. neredeyse tümüyle militan AKP kadrolarından devşirilmekte ya da AKP kadroları haline gelmektedirler.
Bu sürecin üçüncü bir boyutu da, faşist bir partinin temel özelliklerinden olan paramiliter bir kolun şekillendirilmesidir. Son birkaç yıldır Osmanlı Ocakları türünden örgütlenmeler, futbol holiganlığı gibi oluşumlar bir vurucu sokak gücü olarak örgütlenmektedir. O denli ki, geçmişin temel paramiliter vurucu kadro kaynağı ve örgütlenmeleri olarak Ülkü Ocakları, Nizamı Âlem Ocakları gibi oluşumlardan AKP’ye doğru ciddi kaymalar yaşanmaktadır. Aynı şekilde, Sedat Peker örneğindeki gibi eskinin mafyatik faşist çetelerinin de şimdilerde AKP’ye iltihak ettiğini ve tarikatların da bu yeni gidiş çerçevesinde AKP’ye daha derinden eklemlendiğini görüyoruz. Diğer yandan, zamanımıza özgü bir olgu olarak, kitlelerin kin ve nefretle doldurulmasında önemli bir rol oynayan, medya ve sosyal medyadaki paralı “trol” ordusunu da bir tür “siber-faşist” vurucu güç olarak görmek mümkün.
Faşist dönüşüm süreci
Tarihteki “klasik” sivil faşizm örneklerinde, faşist hareketin tabandan gelen bir muhalefet hareketi şeklinde iktidara yükseldiğini görüyoruz. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç ise başlangıçta faşist olmayan bir partinin uzun yıllar süren iktidarının bir noktasında faşist bir dönüşüm süreci başlatması şeklinde vuku bulmaktadır. Bu bir özgünlüktür. Bu süreç başladığı andan itibaren faşist hareket ve partilerin ortak bazı özelliklerine doğru da bir dönüşüm yaşanmaktadır. Parti ile devletin giderek iç içe geçirilmesinden tutun, yukarıdan aşağı paramiliter yapılanmaların oluşturulmasına, sivil silahlanma dalgasına, seremonik ritüellere, kitle seferberliklerine kadar genel kalıba bir yakınsama…
Kemalistler haklı mı çıktı?
Kemalistler AKP’nin “takiyeci” olduğunu, başından itibaren “demokrasiyi kullanarak” bir şeriat rejimi getirme perspektifi içinde hareket ettiğini söylüyorlardı. Şimdi mevcut baskılara ve otoriterleşmeye işaret ederek haklı çıktıklarını ileri sürüyorlar ve her şeyin sorumlusu liberallermiş gibi onlara saldırmayı marifet sayıyorlar. Kemalistlerin asıl derdi ve politik ufku din ve laiklik sorunuyla çizilmiş olduğu için, mahiyeti farklı olan bütün süreci bu sorunların prizmasına sıkıştırmaya çalışıyorlar. Oysa AKP ve Erdoğan’ın faşist rejimi dinsel dinamikler ya da sorunlar üzerinden değil, baş edilemeyen Kürt sorunu, tıkanan emperyalist Ortadoğu macerası, içerde maruz kalınan darbe tehlikeleri ve iktidarda kalma hırsı temelinde oluşmaktadır. Ve bunlar hiç de baştan itibaren belirlenmiş şeyler değildi, Kemalistler bunların hiçbirini öngörmediler. Aksine, örneğin Kürt sorununda bugün izlenen baskıcı şoven politikayı bizzat kendileri benimsiyorlardı, Irak’ta bir Kürt devletleşmesine düşmanlık besliyorlar, bunu kırmızıçizgi olarak görüyorlar ve sınır ötesi operasyonlara destek veriyorlardı.
İkincisi, Kemalistler AKP’nin bir şeriat rejimi getireceği iddialarında da haklı çıkmadılar. Bugün şeriat temelli bir faşizm kuruluyor değildir, aksine milliyetçilik, şovenizm, devlet sevicilik ve emperyalist yayılmacılık temelli bir faşizm kurulmaktadır. Bugünkü faşist baskılar, sözgelimi dinsizler, seküler yaşam tarzını benimsemiş kesimler, farklı din ve inanç mensuplarından ziyade, asıl ve öncelikli olarak Kürt hareketini ve halkını, Kürt halkının demokratik hak ve özgürlüklerini savunan, onunla dayanışma içinde olan demokratları, devrimcileri, sosyalistleri hedef alan bir nitelik taşımaktadır. Tam da bu nedenle Türkiye’de sol kılıklı nasyonal sosyalizmin temsilcisi olan Doğu Perinçek liderliğindeki Vatan Partisi ve Türkiye’nin geleneksel faşist partisi MHP bu gidişatın gönüllü katılımcısı ya da destekçisi olmuşlardır. Oldukça farklı ideolojik köklerden gelen bu hareketler bir faşist cephede buluşmuşlardır. Bu ortaklaşmanın din temelinde olduğu söylenebilir mi?
Türkiye’deki süreç ve genel uluslararası otoriterleşme eğilimi
Günümüz dünyasının genel bir otoriterlik eğiliminin pençesinde olduğuna en küçük bir kuşku yoktur. Burjuva demokrasisinin en kadim ülkelerinde bile genellikle “terörizm” bahanesiyle polis devleti uygulamaları birbiri ardına uygulamaya konulmaktadır. Bu demokrasinin mabedi sayılan ışıltılı kentler adeta silahlı askeri birliklerin devriye gezdiği garnizonlara dönüşüyorlar. Demokratik hak ve özgürlükler bu çerçevede yavaş yavaş askıya alınıyor. Yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı yükseliyor, iltica ve göçmen hakları daraltılıyor, eskiden ya hiç mevcut olmayan ya da kimsenin farkında olmadığı marjinal hareketler düzeyindeki faşist, ırkçı, milliyetçi hareketler artık iktidara güreşiyorlar. Bu eğilime uygun söylemleri kullanan, göçmenleri ülkeden atacağını söyleyen Trump gibi politikacılar eskiden olduğu gibi ayıplanmak yerine, artık başa gelebiliyorlar. Yalan, dezenformasyon, manipülasyon görülmemiş boyutlara ulaşmış durumda.
Bunlar genel siyasal olgular. Bunların altında yaygın bir işsizlik, yoksullaşma, artan sefalet şeklinde işçi sınıfını ve emekçi kitleleri yıllar içinde gitgide ezen bir ekonomik kriz var. Toplumsal eşitsizlik tarihte görülmemiş düzeylere çıkmış durumda. Tüm bunlar karşısında, uzun yıllar boyunca işbirlikçi politik ve sendikal önderlikler tarafından pasifize edilerek uysallaştırılmış işçi-emekçi kitleler kabaca 2000’li yıllardan itibaren üzerlerindeki ölü toprağını atmaya başlıyor ve yerel düzeylerde kitlesel mücadele ve direnişler görülmeye başlıyor.
Bu olgu ve eğilimler “kısa 20. yüzyılın” ardından, dünyanın son çeyrek yüzyılını belirliyor ve güçleniyorlar. Bunların tümüyle kapitalist sistemin büyük tarihsel krizinin ürünleri olduğu tartışmasız bir gerçektir. Evet, kapitalizm büyük ve derin bir sistem krizi yaşıyor. Yukarıda kısaca sayılan olguların yanı sıra dünyada yeniden bir emperyalist paylaşım savaşı sürecinin yaşanmakta oluşu tabloya mükemmelen uyuyor. Evrensel kriz-savaş-faşizm üçlemesi böylece oluşuyor. Bunların ilişkisiz ve tesadüfî çakışmalar olmadığı çok açıktır, uzun boylu izahatı gerektirmemektedir. Peki, bu genel gidişat ve eğilimlerin Türkiye’deki otoriterleşme ve faşizm süreci üzerinde nasıl bir etkisi vardır? Türkiye’deki süreç Erdoğan’ın kişisel iktidar hırslarıyla güçlü biçimde ilişkili olmakla beraber dünyadaki gelişme ve eğilimlerle ilintilidir.
Ancak AKP örneğinde bazı özgüllükleri teşhis etmek önemlidir. Örneğin bugün faşist gidişatın ana taşıyıcısı konumundaki AKP ve Erdoğan Türkiye’de yeni bir olgu olan göçmen düşmanlığını körükleyen değil, aksine kendisini bu noktadan sıkıştıran diğer burjuva güçlere karşı bu eğilime direnen bir çizgi izlemiştir. Elbette bunu ilerici ve erdemli bir yaklaşımın ürünü olarak yapmamaktadır AKP. Aksine, özellikle Suriye’de izlenen yayılmacı-işgalci-emperyalist politikanın bir gereği ve enstrümanı olarak bunu yapmaktadır. Sonuç olarak Türkiye’de son birkaç yılda bir göçmen düşmanlığı eğilimi baş göstermekle birlikte, bu, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki denli güçlü ve yaygın bir ırkçılık noktasına varmış değildir.
Öte yandan Erdoğan izlediği yayılmacı Ortadoğu ve Suriye politikası nedeniyle, süreç içinde hızla büyük emperyalist güçlerin defetmek istedikleri bir hedef durumuna gelmiştir. Ordudaki ilk dönem tasfiyelerin ardından esasen Gülenci örgütlenme bu etkinin içerideki başlıca taşıyıcısı konumundaydı. İşte Erdoğan’ın otoriter yönelişinde kendisine bu yönden gelen hamleleri bertaraf etme ve iktidarını sürdürme çabası da rol oynamıştır.
Genel otoriterleşmenin Türkiye’deki etkileri bağlamında sıralanabilecek birçok başka husus da vardır. Ancak bunu uzatmaya gerek yoktur. Genel olarak aradaki ilişkinin ne tür bağıntılarla olduğunu görmek yeterlidir. Bu diğer bağıntılardan birini zikretmek yine de yerinde olacaktır. Şöyle ki, sözgelimi Fransa’da, Belçika’da vb. olağanüstü hal ilan edilir ve kimi özgürlükler sınırlanırken, göçmenlere yönelik baskılar ve anti-demokratik uygulamalar hızla yükselirken, ABD örneğinde iyice belirginleşen biçimde ezilen kitlelere yönelik polis vahşeti ayyuka çıkarken, İspanya’da Bask ulusal hareketine yönelik türlü baskılar yapılırken, böylelikle tüm gelişmiş kapitalist dünyada “kötü” örnekler yaygınlaşıp norm haline gelirken, kimse Erdoğan’a ya da Putin’e “tencere dibin kara” diyememekte, dese bile bir inandırıcılık taşımamaktadır. Bunun bir uzantısı, özellikle son dönemde Avrupa’nın Suriyeli ve Kuzey Afrikalı sığınmacılara reva gördüğü tedbirler ve bunun Türkiye ile ilişkisidir. Türkiye’yi göçmenlere karşı bir kalkan olarak kullanan Avrupa, bu noktadan Türkiye ve Erdoğan’a koz vermekte, ona etkili bir “demokratik” baskı uygulayamamaktadır, vb.
Erdoğan olmasaydı?
Her ne kadar bugün yaşanan süreçte dünya çapındaki kriz-savaş-otoriterleşme olgularının etkisi varsa da, Erdoğan’ın kişisel rolünün büyük bir ağırlık teşkil ettiği göz ardı edilemez. Nasıl ve ne ölçüde? Erdoğan tarihteki başka benzerleri gibi belirleyici rol oynayan bir lider olmuştur. Süreç içinde de net biçimde ortaya çıktığı üzere, AKP’nin lider adayı unsurları içinde hiç kimse Erdoğan kadar sert ve demirden bir liderlik ortaya koyabilmiş değildir. Gerçekte AKP’yi iktidardan edecek birçok kritik dönemeç yaşanmıştır ve bu dönemeçlerde üst saflarda çatlamalar, sallanmalar, çözülme ve ricat eğilimi hep görülmüş, ama Erdoğan’ın demirden yumrukla otoritesini sergilemesiyle saflardaki dağınıklık giderilmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Erdoğan olmasaydı, bu kriz momentlerinden birinde AKP pek muhtemelen iktidardan uzaklaştırılmış olurdu. Tek başına hükümet kuramayacak duruma geldiği 2015 Haziran seçim sonuçlarının bile ancak Erdoğan’ın manevralarıyla (ve kuşkusuz CHP ve HDP’nin yanlış politikalarıyla) boşa çıkartılmış olması bu gerçeği yeterince gösteriyor.
Öte yandan zorlu iktidar savaşlarında peş peşe elde ettiği zaferler Erdoğan’ın zaten hırs dolu olan egosunu daha da şişirmiş ve onu daha dizginsizce güç uygulama konusunda cesaretlendirmiştir. Bu icraat etrafındakilerin de onda bir hikmet görmesine, onu daha da pohpohlamasına yol açmıştır. Bu olgu siyasi literatürde Hubris denilen güç zehirlenmesini doğurmuştur. Erdoğan sadece Türkiye çapında değil dünya çapında büyük rol oynayabilecek bir lider olarak görmektedir kendisini. Özellikle geniş İslam coğrafyasını kendi liderliği altında birleştirme hayalini kurmaktadır. Bu vehim de onu zehirleyen etmenlerden birisidir kuşkusuz. İzlenen Ortadoğu politikalarının bu Osmanlı soslu vehimle de ilişkisi vardır.
Eğer Erdoğan olmasaydı hiç kuşkusuz bugünkü gibi bir başkanlık sistemi meselesi olmazdı. Bunu söyleyebiliriz. Ama, etkili bir işçi sınıfı hareketinin yokluğunda, AKP dışı ya da Erdoğan dışı burjuva yönetimler altında, Türkiye’de güllük gülistanlık bir burjuva demokrasisinin çiçek açacağını da kimse söyleyemez. Aksine, belki Erdoğan’ın varlığıyla şekillenen aşırı sivri uçlardan arınmış şekilde de olsa, şöyle ya da böyle bir otoriterleşme muhtemelen yine gündemde olacaktı. Türk burjuvazisi, özellikle uluslararası bir sorun halini almış Kürt sorununun ağır basıncı karşısında ciddi bir açılım yapma yeteneğinden yoksun olduğunu sayısız kez kanıtlamıştır. Ortadoğu’da aynı gelişmeler yaşanırken, Kürt hareketi önemli mevziler kazanırken, başka burjuva hükümetler bugün Erdoğan’ın yaptıklarından kategorik olarak farklı ne yapacaklardı? Örneğin bugün MHP ve CHP başta olmak üzere parlamento içi ve dışı tüm düzen partileri, Erdoğan-AKP’nin işgalci savaş tezkerelerini destekliyorlar.
Nereye?
Erdoğan, türlü badireleri atlatarak faşist kurumsallaşma aşamasına getirdiği süreci geçmişte Hitler örneğinde olduğu gibi nihayete erdirebilecek mi? Kanun taslağı hazırlanmış olan başkanlık sisteminin bir referandum yoluyla tesis edilmesi, faşist bir rejimin çatısının artık esas itibariyle kurulmuş olduğu anlamına gelecektir. Bunun için yapılacak referandum esasen OHAL koşullarında, tüm eleştirel sesler boğulmuşken, zorbaca dayatılan bir plebisitten başka bir şey değildir. Buna rağmen Erdoğan henüz içini rahatlatacak denli büyük bir çoğunluğun desteğine sahip değildir. Ancak ülke savaş koşullarına enikonu girmiş durumdadır ve kitle manipülasyonuna dönük provokasyonlar için tümüyle elverişli bir ortam mevcuttur. Yine de toplumun yarıya yakın denecek kadar geniş bir bölümü Erdoğan’ı desteklememektedir. Bunun da çoğunluğu açıkça ondan nefret etmektedir. Bu, Erdoğan için bir istikrarsızlık öğesidir. Ancak yine de, sahnede örgütlü bir işçi hareketinin olmayışı Erdoğan’ın en büyük şansıdır.
Türkiye’nin son tahlilde en fazla alt-emperyalist düzeye çıkabilmiş orta ölçekli bir kapitalist ülke olduğunun altını çizmek gerekiyor. Hitler Almanya’sı güçlü sanayiye sahip gelişmiş bir kapitalist ülkeydi ve büyük emperyalist güçlerden biriydi. Erdoğan Türkiye’sinin böylesi bir temele sahip olmadığı malûmdur. Bu durum Erdoğan için temel kırılganlık noktalarından biridir. Geçmişte az ve orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerde faşist rejimler ABD emperyalizminin desteğiyle oluşuyor ve ayakta duruyorlardı. Bugünse ABD emperyalizmi Erdoğan’ı desteklememekte, aksine 15 Temmuz girişiminde de görüldüğü gibi onun devrilmesini istemektedir. Burada şu an için belirsiz nokta yeni seçilen Trump’ın nasıl bir siyaset izleyeceğidir.
Öte yandan ekonomisi önemli zayıflık noktaları barındıran Türkiye ciddi bir krizin eşiğindedir. Bunun Erdoğan’a destek veren emekçi kitleyi huzursuz edeceği ve Erdoğan’ın hareket serbestisini kısıtlayacağı açıktır. ABD ve AB ile ters düşmüş, Rusya’ya iyiden iyiye yanaşmış bir Türkiye için dünyada derinleşmekte olan kriz koşullarında emekçi kitleleri oyalamak daha zor olacaktır. Dahası sivil faşizm örneklerinde halkın geniş kesiminin rejimi kabullenmesini sağlamanın temel araçlarından biri, dışta yürütülen savaşta elde edilen zaferler olmuştur. Tarihsel örneklerde, halk emperyalist coşkuya ortak edilmiş, fetihlerle vaat edilen zenginlikten pay alacağına inandırılmıştır. Oysa Erdoğan Türkiye’si için emperyal macera çoktandır batağa saplanmış durumdadır.
Suriye, Ortadoğu, dünya ekonomik krizi gibi sorun alanlarıyla belirlenen zeminde, zaman, onun için aleyhte çalışan bir faktör olarak işlemektedir. O nedenle Erdoğan acele etmektedir. Ortadoğu savaşı son aylarda iyiden iyiye Türkiye içine taşınmıştır. Ekonomik krizin etkileriyle birleştiği ölçüde bu durum kitlelerde hoşnutsuzluğu arttırmaktadır. OHAL rejimi yoluyla hemen her türlü muhalefeti, eleştirel basını susturmuş, tartışmayı boğmuşken, hoşnutsuzluk büyümeden hamle yapılmak istenmektedir.
Özetle, tek adam rejimini kurma yolunda elde ettiği tüm zaferlere rağmen Erdoğan’ın durumu hâlâ ikirciklidir. Başkanlık plebisiti bile şu an için garanti görünmemektedir. Ne var ki, istediği başkanlık sistemini getirmeyi başarsa bile, bugün mevcut olan kırılganlıklar önemli ölçüde devam edecektir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, “Türk Tipi” Sivil Faşizm Üzerine, 2 Ocak 2017, https://enternasyonalizm.org/node/177
OHAL'in Bilançosu
Faşizmin Seferberlik İlanı