Devleti Fethetme Yöntemi Olarak “Kadrolaşma”

TC’nin kuruluşu sürecinde dışlanan İslamcılar, öteden beri kadrolaşmayı açık veya gizli bir hedef ya da araç olarak benimsemişler, belli dönemlerde iktidarlar tarafından önlerinin açılması suretiyle de bu hedeflerine belirli ölçülerde ulaşmışlardır. Gülen cemaati, biraz da masonik yapılanması sebebiyle, bunun uç örneklerinden biridir.

15 Temmuzdan itibaren iyice cadı avına dönen “Gülencileri devletten tasfiye etme” operasyonuyla birlikte, devlet içinde “kadrolaşma” meselesi de iyice gündeme oturdu. Burjuva medyada eski/itirafçı Gülencilerden Ergenekonculara kadar pek çok kişi Gülen cemaatinin devlet içinde ne denli kadrolaşmış olduğundan, nasıl bu kadar kadrolaşabildiğinden, bunun zararlarından dem vuruyor.

Gerçekten de, hükümetin meseleyi abartma payı bir yana bırakılsa dahi, Gülencilerin devlet içinde ciddi oranda kadrolaştıkları doğrudur. Ama sorun şudur ki, iktidar yalakası veya yandaşı kalemşorlar yahut da televizyonlarda boy gösteren sözde “uzmanlar”, kadrolaşma meselesi sanki ilk kez Gülencilerle başlamış ve onlarla sınırlıymış gibi, sanki iktidar partisi AKP devlet içinde kadrolaşm­ıyormuş gibi bir hava yaratmaktadırlar. Ayrıca bu mesele abartılarak ve sürekli gündemde tutularak, iktidarın başta Kürtler olmak üzere her türlü muhalif unsuru temizlemesine de meşru bir zemin yaratılmaya çalışılmaktadır. Bilhassa Ergenekoncu “uzman”lar, “FETÖ”cü denilerek açığa alınan, işten çıkartılan ve hayatlarıyla oynanan on binlerce insanın mağduriyeti karşısında, hem intikam almak hem de AKP’yi sıkıştırmak amacıyla, devletin bu belâdan kurtarılması için bunların göze alınabilir fireler olduğunu, kurunun yanında yaşın da yanmasının kaçınılmaz olduğunu AKP’lilerden bile daha büyük bir pervasızlıkla söylüyorlar.

Peki devlet içinde kadrolaşanlar sadece Gülenciler midir? Şimdiye kadar istisnasız tüm iktidarlar kendi yandaşlarını veya adamlarını devlet içindeki kilit kademelere getirmek için yırtınmamışlar mıdır? Bugün “FETÖ”cü dedikleriyle dün can ciğer kuzu sarması olan ve onların devlet içinde kadrolaşmalarının bizzat önünü açan AKP iktidarını bir yana bıraksak bile, her fırsatta “biz FETÖ’cüler konusunda iktidarı uyarmıştık” diyen ve kendilerini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermeye çalışan dünün darbecileri Ergenekoncular, kendilerinden başka kimse ordu içinde kadrolaşamasın diye on yıllardır her türlü katı tedbiri uygulamamışlar mıdır? Bugün için asıl mesele genel anlamda yani soyut bir “kadrolaşma” meselesi midir yoksa iktidar kavgasının bir sonucu olarak, burjuvazinin şimdilik galip gelen kanadının diğer bir kanadını tasfiyeye yönelik operasyonu mudur?

Açıktır ki, bugünlerde “FETÖ’cülerin temizlenmesi” vesilesiyle tartışılıyor olsa da, devleti fethetmek, ele geçirmek ya da elde tutmak amacıyla kullanılan bir yöntem/araç olarak “kadrolaşma” her daim varolmuş bir meseledir. İster iktidarda olsun ister muhalefette, burjuva partiler veya güç odakları her daim bu yöntemi kullanmışlar ya da kullanmaya çalışmışlardır. Çünkü Türkiye’de devletin içinde yer almak veya kilit mevkileri ele geçirmek her zaman ayrıcalıklara kavuşmanın, zenginleşmenin ve bu konumunu sürdürmenin bir aracı olmuştur. Kimi zaman da, tıpkı bugün olduğu gibi, iktidarın muhalif unsurları temizlemesinin bir aracı olarak işlev görmüştür “kadrolaşma”. TC’nin kuruluşundan itibaren tüm iktidarlar devlet içine kendi kadrolarını yahut yandaşlarını veya oydaşlarını yerleştirmeye özel bir önem vermişlerdir. İktidar olamamış burjuva partiler ya da güç odakları için de aynı hedef hep söz konusu olmuştur, çünkü her şeyden önce kadrolaşarak devlet içinde yer tutmak yani güç sahibi olmak iktidar kavgasında da avantaj elde etmek anlamına gelmiştir.

Bu açılardan bakarsak Gülen hareketi bunun tek ve ilk örneği değildir. TC’nin kuruluşu sürecinde dışlanan İslamcılar, öteden beri kadrolaşmayı açık veya gizli bir hedef ya da araç olarak benimsemişler, belli dönemlerde iktidarlar tarafından önlerinin açılması suretiyle de bu hedeflerine belirli ölçülerde ulaşmışlardır. Gülen cemaati, biraz da masonik yapılanması sebebiyle, bunun uç örneklerinden biridir. Fakat kadrolaşmadan bahsedeceksek, Gülencileri suçlayan AKP en önemli örneklerden biri olarak aklımıza gelmelidir. Kısa süreli MC ve “Refahyol” hükümetleri bir yana bırakılırsa, ilk kez İslamcı cenahtan bir partinin iktidara yerleşmesi sayesinde AKP hem devlet içinde ciddi biçimde kadrolaşmış hem de devleti ele geçirdiği oranda kendi burjuvazisini daha da güçlendirmiştir.

“Kadrolaşma” meselesine dair

Konunun daha derinlemesine kavranması ve arka planının anlaşılması için öncelikle “kadrolaşma” kavramıyla ne kastedildiğini biraz açalım. Birincisi, burada bahsedilen çeşitli devlet aygıtlarındaki kadrolardır, yani devlet bürokrasisidir. “Kadrolaşma” ise, öncelikli olarak üst düzey ve kilit öneme sahip makamlara olmak üzere, bürokrasinin içine olabildiğince kendi adamını, yandaşını yerleştirmek olarak düşünülebilir. Bunu yapan iktidar partisi veya iktidarı elinde tutan bir zümre olabileceği gibi, henüz iktidara gelmemiş ama gelmeyi hedefleyen bir burjuva partisi veya güç odağı da olabilir. Dolayısıyla, “kadrolaşma” kavramını iktidar kavramıyla ilişkili düşünmek gerekir.

“Kadrolaşma” meselesinin bir boyutunu da, iktidarın, devlete ait siyasi-iktisadi gücü, kaynakları ve imkânları kendi yandaşlarına/himayesi altındakilere dağıtması veya kullandırması oluşturmaktadır.

Böylece iktidarı elinde tutan güçle onu destekleyen ve/veya ondan nemalanan kesimler arasındaki ilişki karşılıklı çıkar ve sadakat beklentileri üzerinden kurulmuş olur ve siyaset alanındaki çürüme ve yozlaşmayla birlikte yiyiciliğin, adam kayırmanın, yolsuzluğun vb. hastalıkların da zeminini oluşturur. Bugünün iktidar partisi AKP’nin, seçimlerde yüksek oy oranları yakalamasının altında yatan küçümsenemeyecek faktörlerden biri de budur. Çünkü iktidarın nimetlerinden yararlanmanın ve sorunlarını halletmenin en kolay yollarından biridir iktidar yanlısı olmak veya iktidarın somut hali olan devlette bir tanıdığa sahip olmak, devlete kapağı atmak. Ve bizimki gibi sınıf mücadelesi geleneği pek güçlü olmayan, örgütlülük düzeyi düşük toplumlarda son derece de yaygındır bu anlayış.

“Kadrolaşma”nın Türkiye’de ve benzeri ülkelerde bu denli başat bir olgu olmasının sebeplerinden biri de bu ülkelerin Asyatik bir tarihsel arka plana sahip olmalarıdır. “Kadrolaşma” ve beraberinde gelen hastalıklar her kapitalist ülkede şu veya bu düzeyde söz konusudur, ama Türkiye gibi ülkelerle gelişmiş Batı ülkelerini bu açıdan bir tutmak doğru değildir. Asyatik bir toplumsal yapıya sahip olan Osmanlı’da, egemen sınıf olan bürokrasinin egemenliğini mülk edindiği devlet eliyle sürdürmesi nedeniyle devlet, toplumsal yaşamın her alanında etkin ve hegemon güç olmuş, sivil toplum oluşmamıştır.

Burjuva cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte modern bürokrasiye ve devlet işleyişine geçildiyse de Asyatik devlet geleneğinin kalıntıları yok olmamıştır. TC’yi kuranların bizzat Osmanlı dönemindeki İttihatçı kadrolardan gelen ve bu anlamda Asyatik devlet geleneğini fazlasıyla içlerinde taşıyan Kemalist kadrolar oluşu (yani asker ve sivil üst düzey bürokratlar olmaları) bunun en önemli sebeplerinden birisidir. Kemalistler, 600 yıllık Osmanlı’ya son verip yeni bir burjuva cumhuriyeti kurarken, bir yandan bu yeni devleti uygun kadrolarla donatmak, bir yandan da içinde oldukları iktidar kavgasından galip çıkabilmek için, tek parti diktatörlüğü altında, katıksız bir “kadrolaşma” faaliyeti yürütmüşlerdir. Kendi anlayışlarına karşıt gördükleri kesimleri devlet içinden temizlemiş veya bu kesimlerden unsurların devlet aygıtları içine girmesini engellemişlerdir. İslamcılar bu kesimlerin başında gelmektedir.

Tek parti rejiminden çok partili rejime geçişle birlikte, yani DP ve AP hükümetlerinden itibaren, “kadrolaşma” kavramının yanına “klientalizm”i de eklemek gerekir. Türkçe kelime karşılığı bulunmayan klientalizmi, kayırmacılık olarak tanımlamak mümkündür. Tek parti olmanın avantajına sahip olan CHP’den farklı olarak, önce DP ve ardından da AP, destek alacağı seçmen kitlesine ayrıcalıklı hizmet vermeyi, kendisine oy veren kesimlerin yararına politikalar üretmeyi, onları kayırmayı yani klientalizmi Türkiye’nin politik literatürüne sokmuştur. Zaten bu çizginin en belirgin ve yetkin örneği de, DP-AP siyasi ekolünden gelen Demirel olmuştur.

Ancak kurucu Kemalist kesim, tek parti dönemi sona erdikten sonra da, devlet içindeki başat pozisyonuna dayalı iktidarını korumak için, başta ordu olmak üzere bazı kilit devlet aygıtlarındaki üst düzey pozisyonlarda DP-AP gibi burjuva kesimlerin veya İslamcıların, düzenlerine tehdit olarak gördükleri unsurların kadrolaşmasını engellemişlerdir. Devletin Kemalist çekirdeği ile uzlaştıkları ve statükoyu bozmaya çalışmadıkları ölçüde, tüm burjuva hükümetler olabildiğince kadrolaşmaya çalışırken, statükocu-Kemalist kesim tarafından tehdit olarak görülen başta İslamcılar olmak üzere bazı muhalif odaklar da “sızma” yoluyla devlet içine girmeye çalışmışlardır.

İslamcıların “sızma ve kadrolaşma” çabaları

Başta da söylediğimiz gibi, İslamcı hareketin meşru bir güç olarak gelip devlete yerleşmesinin ve iktidarın nimetlerine ortak olmasının önü genel hatlarıyla kapatıldığı için İslamcı kesimler devlet içine “sızma” çabasına girmişlerdir. Kuşkusuz tek tek çeşitli İslamcı çevre veya örgütler arasında bu açıdan farklılıklar mevcuttur ama bu farklılıklar üzerinde durmaya gerek yoktur. Çünkü TC’nin kuruluşunun hemen akabinde tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla birlikte İslamcı örgütlenmeler genel olarak “yasadışı” bir pozisyona düşmüş ve uzun yıllar boyunca pek çok faaliyetlerini el altından, gizli veya en azından resmi alanın dışında sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bu durum da onları, iktidar hedefleri olsun olmasın, ama işlerini yürütmek ama siyasi etki alanlarını güçlendirmek için devlet içine sızmaya mecbur bırakmıştır. Buna DP ve AP ya da ANAP gibi sağ iktidarların bu İslamcı çevreleri oy deposu/doğal müttefik olarak görmeleri ve onlarla bu temelde ilişkiler kurmalarını da eklemek gerekir. Ayrıca İslamcılar, ABD’nin Türkiye vb. ülkelerde oluşturduğu anti-komünist hareketlenmelerin de temel unsurları olmuşlar, hem ABD hem de TC devleti tarafından alabildiğine kullanılmışlardır. Statükocu-Kemalist kesimler genel anlamda İslamcılardan hazzetmeseler de, yer yer onların önlerini açmış, faaliyetlerine göz yummuşlardır.

Gülen cemaatinin özellikle 12 Eylül sonrası gösterdiği gelişim bu açıdan önemli örneklerden birisidir. Şimdilerde çarşaf çarşaf medyaya dökülen belgelerden de anlaşılmaktadır ki, Gülen cemaati, gerek ABD-CIA gerekse de devlet içindeki bazı kesimlerin yardımı ve yönlendirmesiyle, en başından itibaren devlet ve bilhassa da ordu içine sızmayı öncelikli görev olarak önüne koymuştur. Bu noktada her türlü takiye mubah sayılmış, tamamen gizlilik içinde ve konspiratif yöntemlerle devlet içinde kadrolaşılmaya çalışılmıştır. Gülen cemaati, masonik bir örgütlenme yapısı içinde ve adeta bir istihbarat örgütü gibi çalışarak, başta polis teşkilatı, MEB ve yargı olmak üzere, dış işlerinden iç işlerine kadar devletin birçok aygıtına ve kademesine adamlarını sokmuştur. En önemlisi de statükocu-Kemalistlerin kalesi sayılabilecek ordu içine sızmıştır. Şimdilerde yapılan temizlik operasyonlarına söz konusu olan general, subay, vali ve emniyet müdürü sayılarının yüksekliği, bu konuda çarpıcı bir tablo sunmaktadır. Gülen cemaatinin on yıllardır devam eden bu kadrolaşma-sızma faaliyetinin temel hedefi hiç kuşkusuz devleti ele geçirmek yani içten fethetmek olmuştur. AKP’yle arasındaki kapışma patlak verene kadar bu doğrultuda ciddi yol aldığı da ortadadır.

İslamcı kesimlerin “sızma” konusunda asıl sıçrama yaptıkları dönem ise hiç kuşkusuz AKP dönemidir. AKP’den çok önceleri de İslamcı tarikat, cemaat ya da çevreler siyasi alanda varolmuşlardır. Önceleri DP içinde, ardından AP içinde örgütlenen İslamcılar, daha sonra Erbakan’ın liderliğinde Milli Nizam Partisini, bu parti kapatılınca da Milli Selamet Partisini kurmuşlardı. MSP’nin 1974-78 yılları arasında koalisyon ortağı olarak hükümetlerde yer aldığı dönem, İslamcıların devlet içindeki kadrolaşma faaliyetlerinin de artmaya başladığı dönemdir. Sonrasında 1996-97 yılları arasındaki “Refahyol” koalisyonu da kısa süreli olmakla beraber benzer bir dönemdir. Ama AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından bu yana geçen 14 yıllık dönemi tamamen farklı değerlendirmek gerekir.

AKP iktidarı dediğimiz 14 yıllık süreç, öncekilerden farklı olarak İslamcı kökenden gelen bir partinin tam anlamıyla iktidar olabildiği ve yani statükocu-Kemalist kesimi yenilgiye uğratarak devlet aygıtını her anlamda eline geçirdiği bir süreç olmuştur. Bu süreçte, Gülenciler başta olmak üzere hemen her çeşit İslamcı cemaat veya çevreden unsurlar devlet aygıtlarına yerleştirilmiş, AKP devlet içinde pervasızca kadrolaşarak önce statükocu-Kemalist kliği devletin birkaç aygıtının tepesine sıkıştırıp kuşatmış, içinden geçtiğimiz OHAL-KHK döneminde de son kale olan orduyu zapta girişmiştir. AKP, sahip olduğu siyasi ve kültürel geleneğin, birikimin de etkisiyle, son derece ince taktiklerle devlet kurumlarını bir bir kuşatmış ve ele geçirmiştir. Bu süreçte ABD’nin ve bağlantılı olarak Gülencilerin katkılarını da hatırlamak gerekir. Çünkü hiçbir İslamcı çevrenin elinde Gülencilerdeki kadar yetişmiş ve donanımlı kadro olmadığı bilinen bir gerçekliktir. Bu yüzden AKP’nin devlet aygıtını fethetme sürecinde Gülencilerle yaptığı, aslında zorunlu bir ittifaktır. Bu bağlamda, AKP ve Erdoğan tek adam rejimine yöneldiğinde ve parti-devlet bütünleşmesi zeminine kaydığında, kadrolaşma başlıca araçlardan biri olmuştur.

Bu süreç, kimilerinin “yeşil sermaye” dediği İslamcı sermayenin yani yeni bir burjuva kesiminin de büyüyüp geliştiği ve hem burjuva sınıf içinde hem de burjuvazinin iktidar aygıtları içinde kendine yer açtığı ve hatta burjuvazi içinde hegemon güç haline gelerek rakiplerini tasfiyeye giriştiği bir süreçtir. Kısacası AKP döneminde kadrolaşma yoluyla devleti ele geçirme süreci, aynı zamanda burjuvazinin iç kapışmasıyla, yani bir iktidar kavgasıyla da birlikte düşünülmelidir. Ve kuşkusuz klasik tanımlara uygun şekilde AKP, gerek kadrolaşma, gerekse de adam kayırma, hemşericilik vb. gibi yollarla toplum içinde kendi iktidarıyla çeşitli düzeylerde çıkar ilişkisine girmiş ciddi bir kesim yaratmıştır. Aslında bir kısmının İslamcılıkla da alâkasının olmadığı bu kesimler, AKP iktidarıyla girdikleri çıkar ilişkileri temelinde, kaderlerini önemli ölçüde onunkiyle birleştirmişlerdir. Bu sebeple de Erdoğan’ın iktidardan düşmesi, onunla kader birliği yapmış olanların kurulu düzenlerinin de sona ermesi anlamına gelecektir.

Bozuk düzende sağlam çark olmaz

Peki, AKP’nin yarattığı bu düzen nasıl ve kimin çıkarına süren bir düzendir? İçinde bulunduğumuz koşullara bu açıdan bir göz atmak dahi tabloyu apaçık ortaya koyacaktır. Devlet aygıtları ve kurumları neredeyse tamamen AKP’nin adamlarıyla, yandaşlarıyla, ona biat edenlerle dolu bulunduğundan ve en genel anlamdaki burjuva normlara bile kimse kulak asmaz olduğundan, ülkede burjuva anlamda bile adalet, hukuk, şeffaflık gibi değerlerden bahsetmek mümkün değildir. Devlet kadroları yahut memurları liyakate göre değil de iktidardakilere yakınlığa, onlara sadakate veya onların adamı olmaya göre belirlenmektedir. Bunun yanı sıra çeşitli devlet kurumları da iktidar tarafından siyasi veya iktisadi arpalık olarak görülmekte, bunun sonucu yaşanan çürüme, yozlaşma ve yolsuzluk giderek artmaktadır.

Örneğin hukuk tümüyle ayaklar altına alınmış ve yargı sistemi kilitlenmiş durumdadır. Kadro savaşları ve tasfiyeler yüzünden yargıçlar-savcılar paralize olmuş durumdadırlar. Hâkimler hiç olmadığı kadar siyasi iktidarın güdümüne girmiş durumdadırlar. Aynı şey YÖK, MEB, Diyanet vb. kurumlar için de geçerlidir. Gelinen noktada AKP eğitimden yargıya, polis teşkilatından istihbarata kadar tüm devlet aygıtlarını ele geçirmiş durumdadır. Geriye bir tek ordu kalmıştır ki, 15 Temmuzdan bu yana kurulan OHAL düzeninde, parlamentoyu ve her çeşit muhalefeti safdışı bırakan AKP-Erdoğan, bu alanı fethetmek yönünde de ciddi hamleler gerçekleştirmiş ve mesafe katetmiştir. Bu sürecin sonu, tek adam-tek parti rejiminin kuruluşunun tamamlanması olacaktır ki böylesi bir düzenin işçi ve emekçilerin çıkarına olmadığı açıktır.

İşin özü, bugün rakiplerini ya da kendisine tehdit olarak gördüğü unsurları devlet içinden temizlemek maksadıyla “FETÖ’cülerin ve PKK’lı teröristlerin her yerde nasıl da kadrolaşmış olduğu”ndan dem vuran AKP, 2002’den bu yana bizzat kendisi devlet içinde kadrolaşmaktadır. 15 Temmuzdan bu yana kurulan OHAL düzeninde de bu kadrolaşma son kertesine ulaşmıştır. Dolayısıyla işçiler ve emekçiler, AKP’nin rakipleri ve muhalifler için sarfettiği “kadrolaşarak devleti ele geçirmeye çalışıyorlar, paralel devlet kuruyorlar, devleti yıkmaya çalışıyorlar” sözlerine aldanmamalıdır. Her burjuva gücün hayali iktidar olmak ve bu iktidarı elinde tutmak, güçlendirmektir. Kadrolaşma denilen de bunun araçlarından biridir. Bu durum AKP için de ondan önceki burjuva hükümetler için de geçerlidir.

Daha da önemlisi, “kadrolaşma” burjuva devlet sisteminin arızî bir sonucu değil, onun içkin bir özelliğidir. Bu bağlamda da “kadrolaşma”nın sebep olduğu hastalıklardan ve olumsuz sonuçlardan kurtulmanın, burjuva düzen sınırları içinde bir yolu yoktur. Bu özelliklerin tüm kapitalist ülkelerde şu veya bu biçimde ve düzeyde görülmesi de bunun kanıtıdır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Devleti Fethetme Yöntemi Olarak “Kadrolaşma”, 7 Ekim 2016, https://enternasyonalizm.org/node/165

yayın tarihi: 7 Ekim 2016