Kahrolsun Saray ve Onun Savaşı!

Sıkışmışlık içindeki Erdoğan, emperyal hayallerinde kilit öneme sahip olan İdlib’deki hâkimiyetini korumak ve orada beslediği cihatçı çetelere arka çıkmak için, daha da büyüme potansiyeli taşıyan bir savaşın düğmesine bastı. Bu kez karşısında Kürt güçleri değil, bizzat bir devlet vardır: Suriye devleti. Suriye’nin tek başına olmadığı, İran ve Rusya’nın açık ve doğrudan desteği aşikâr olduğuna göre, bu savaşın gidişatını belirleyecek olan şey, Rusya’nın ve kuşkusuz ABD’nin tutumu olacaktır. AKP-MHP faşist iktidar bloku, ABD’nin ve NATO’nun desteğini alabileceklerini ve buna dayanarak Rusya’nın geri adım atabileceğini hesap ederek büyük bir kumar oynamaktadır.

Sıkışmışlık içindeki Erdoğan, emperyal hayallerinde kilit öneme sahip olan İdlib’deki hâkimiyetini korumak ve orada beslediği cihatçı çetelere arka çıkmak için, daha da büyüme potansiyeli taşıyan bir savaşın düğmesine bastı. Bu kez karşısında Kürt güçleri değil, bizzat bir devlet vardır: Suriye devleti. Suriye’nin tek başına olmadığı, İran ve Rusya’nın açık ve doğrudan desteği aşikâr olduğuna göre, bu savaşın gidişatını belirleyecek olan şey, Rusya’nın ve kuşkusuz ABD’nin tutumu olacaktır. AKP-MHP faşist iktidar bloku, ABD’nin ve NATO’nun desteğini alabileceklerini ve buna dayanarak Rusya’nın geri adım atabileceğini hesap ederek büyük bir kumar oynamaktadır. Birkaç gün sonra Erdoğan ve Putin görüşmesinden bir uzlaşma çıkması, Erdoğan’ın rezil olmaktan kurtulmak için alacağı bazı tavizler karşılığında geri adım atması muhtemeldir. Rusya ve ABD Erdoğan’ın açık provokasyonu karşısında temkinli davranmaktadır. Her halükârda yürüyen emperyalist savaş dün olduğu gibi bugün de emekçilerin canı, kanı ve darmadağın olan hayatları pahasınadır.

Erdoğan, iktidarını korumak uğruna militarizmi körüklerken kitlelerin milliyetçi gururunu okşamak üzere attığı nutuklarda kendinden geçmekte, coştukça coşmakta ve pot üstüne pot kırmaktadır. Bir hafta önce otoyol açılışında şunları söylüyordu: “Türkiye’nin Suriye ve Libya politikaları ne bir maceradır ne de keyfe kederdir.(…) Biz neredeyiz? Gayrimeşru, ücretli, lejyoner Hafter’e karşı biz orada yönetici kahraman askerlerimiz ve Suriye Milli Ordusundan ekiplerimizle beraber oradayız. Mücadeleyi orada sürdürüyorlar. Tabii birkaç tane şehidimiz var. Birkaç tane şehidimizin karşılığında yüze yakın orada lejyonerlerden etkisiz hale getirdik. Kardeşlerim şunu hiçbir zaman unutmayacağız, şehitler tepesi boş kalmayacak.[1] Oysa daha birkaç hafta önce Berlin’de Libya’ya silah ambargosunun devamı yönündeki karara imza atılmış, yabancı asker ve savaşçı göndermek yasaklanmış, bu kararlar BM Güvenlik Konseyi tarafından da onaylanmıştı. Şimdi Erdoğan, İdlib’de ve Suriye’nin diğer işgal edilmiş topraklarında beslediği cihatçı çeteleri, “bizim ekiplerimiz” diyerek Libya’ya gönderdiğini itiraf etmektedir. Bu açıklamalar aynı zamanda oraya gönderdiği TSK unsurlarının muharip unsurlar olmadığı iddiasının da yalan olduğunun itirafı durumundadır. Bu tür açıklamalar bir savaş suçu niteliğindedir ve ileride koşulları oluşursa uluslararası mahkemelerde ona karşı kullanılacağı kesindir.

Türkiye’nin Suriye’deki işgalci konumunu “Suriye halkı davet etti bizi” yalanına dayandıran bir iktidardan bahsediyoruz ama kimdir bu “Suriye halkı”, hangi seçilmiş meşru organının daveti sözkonusudur belli değildir. Yalanlar üzerine iç politika yürütmek mümkündür de, başta büyük güçler olmak üzere kimsenin kabul etmediği yalanlar üzerine bir dış politika inşa etmek eninde sonunda hüsrana yol açacaktır.

Savaşta önce gerçekler ölür!

Günlerdir, iktidarın dayatmasıyla televizyondaki haber ya da yorum programlarında altta sabitlenmiş bir yazıda, son haftalarda şu kadar tank, bu kadar helikopter, şu kadar zırhlı araç vb. imha edildiği, binlerce Suriyeli askerin öldürüldüğü yazıyor. Bir yandan bu abartılmış sayılarla skor üstünlüğüne sahip olmakla övünüyorlar, bir yandan da kendi kayıplarının üstünü örtmeye çalışıyorlar. Erdoğan “hamdolsun bire on kayıp verdiriyoruz” diye böbürleniyor. “Birkaç tane şehit” olduğunu söyleyerek “şehitler tepesinin boş kalmayacak oluşuyla” gururlanılmasını istiyor. Ama “şehitler tepesi” giderek tıka basa doluyor olsa gerek ki, gelen kayıp haberleri saklanıyor, üstü örtülüyor, sosyal medyaya ulaşım engelleniyor, gazetecilerin hesapları bloke ediliyor, karartma uygulanıyor.

Yalnızca karşı tarafa ne kadar zayiat verildiğine dair haberlerin kendisi ve veriliş tarzı bile, TC’nin adını açıkça koymayarak Suriye devletine savaş açtığı anlamına geliyor. Ama ortada ilan edilmeden girişilen bir savaş olmasına, TC askerleri yabancı bir ülkenin topraklarını işgal ederek saldırıda bulunmasına rağmen, iktidar medyası Suriye rejiminin karşı saldırılarını “hain, alçakça saldırı” başlıklarıyla veriyor. Oysa savaşta “hain ve alçak saldırı” olmaz, karşılıklı saldırılar olur ve insanlar ölür. Haberlerin veriliş tarzına bakarsanız sanırsınız ki, Suriye devleti, kendi topraklarındaki işgalci askerlere değil de Türkiye topraklarındaki kışlalarında bekleyen askerlere, üstelik de durup dururken ve sebepsiz yere saldırmış!

Bu havada olanın yalnızca iktidar ve onun medyası olmadığı da açıktır. Sözümona muhalif CHP ve İYİP bir taraftan “ne işimiz var İdlib’te” derken bir taraftan da “kahraman Türk ordusuna” methiyeler düzen, bu savaşı haklı gösteren ve karşı tarafı hainlik ve alçaklıkla suçlayan ortak Meclis bildirisine imza atarak AKP-MHP faşist blokuna koltuk değnekliği yapmış oluyorlar. Daha İdlib’de TC ordusu ilk kayıplarını verdiğinde İYİP lideri Akşener şunları söylemişti: “Devletin sözüne inanmak durumundayız. Ancak (…) bu iş öyle açıklamayla falan olmaz. (…) Siz daha neyi bekliyorsunuz? Diplomasi seçeneği elbette kıyıda durmalı ama Mehmed’im toprağa düşerken ve bunu bir devletin askeri yaparken, lafı uzatmanın anlamı yok. Mikrofon delikanlılığını artık bırakın ve gerekeni yapın.” Milliyetçilik yarışında CHP lideri Kılıçdaroğlu da geri kalmayarak, ölen askerlerin adını tek tek saydıktan sonra şunları söyledi: “Onlar bizim onurumuz, onlar bizim gururumuz. Onlar bu güzel vatanda hepimiz rahat yaşayalım diye canlarını feda ettiler.” Düzen muhalefeti bu tutarsız çizgideyken, iktidarını korumak için gerilimi ve militarizmi körükleme ihtiyacındaki Erdoğan’ın “gereğini yapmaması” düşünülemezdi zaten.

Düzen muhalefetinin tutarsız açıklamaları, medyanın yoğun propaganda bombardımanının iktidar muhalifi kitlelere nüfuzunu da arttırıyor. Düzen muhalefeti milliyetçilik temelinde devletine ve onun ordusuna sahip çıkınca, yalnızca Erdoğan destekçileri arasında değil, onun karşıtı geniş toplumsal kesimler içinde de milliyetçiliğin köpürtülmesi kolaylaşıyor. İktidar, öldürülen TC askerlerinin orada ne işi olduğunu sorgulamaya dönük çabaları soluklaştırmaya, bu sorgulamayı yapanları korkutup sindirmeye çalışıyor.

Ezilenlerin ve sömürülenlerin kurtuluşu için yürütülmeyen bir savaş haksız bir savaştır. Egemenlerin, mülk sahiplerinin çıkarlarını korumak ya da geliştirmek için yürütülen savaşlar haksız savaşlardır. Bugüne dek Suriye’de yürüyen savaş haksız bir savaştır. Bu haksız savaşta ne Esad rejimi, ne cihatçı çeteler, ne de bunlara arka çıkan emperyalist ya da bölgesel güçler haklı pozisyondadır. Hepsi de, yoksul emekçi halkların nice acılar yaşaması pahasına kendi kapitalist çıkarlarının peşindedirler. Esad, saldırı altında olduğu gerçeğinden hareketle “vatan savunması” kisvesiyle kendi baskıcı rejimini ayakta tutmanın savaşını veriyor; Rusya Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki emperyalist çıkarlarını koruma ve geliştirmeyi amaçlıyor; İran’sa Irak-Suriye-Lübnan ekseninde bir Şii kalkanı yaratarak bölgedeki nüfuzunu arttırmayı hedefliyor. Yani üçü de haksızdır! Ama bu paylaşım savaşında onlardan çok daha haksız olan kutup apaçık ortadadır: ABD eksenindeki Batı bloku, Amerikan yardakçısı Arap egemenleri ve kuşkusuz emperyalistleşme hayalleri gören Türkiye. Bugün yürüyen haksız paylaşım savaşının baş sorumlusu ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye’dir. Erdoğan attığı her adımla, bu haksız savaşı çok daha boyutlandıran faşist bir lider olarak tarihe geçecek oluşunu garantilemektedir.

Göçmen şantajı

Savaşın bile bir ahlâkı ve hukuku olduğu çok söylenir de gerçekte bu bir temenniden öteye geçmez. Egemenler yürüttükleri haksız savaşların ezilen kitlelerde yarattığı hoşnutsuzluğu hafifletebilmek için bu ikiyüzlülüğe başvururlar. Ama savaşı bir kez başlattıklarında hızla gaddarlık ve zalimlikte sınır tanımaz hale gelirler, bu anlamda her haksız savaş aynı zamanda kirli bir savaştır. Ancak bu genel doğru bugün TC’nin yürüttüğü haksız savaşta ahlâksızlığın zirvesinde dolaştığını dillendirmemizi engellemez.

Faşist iktidar, içeride ve dışarıda her türlü yalanı pervasızca dillendirmekten geri durmuyor. Yürüttüğü haksız savaşta öne çıkarttığı en başta gelen gerekçe Suriye’deki sivillerin katledilişidir. Bu savaşı her şeyden önce sivillerin yaşamını koruma amacıyla gerekçelendiriyorlar. Ve maalesef bu dev yalana yalnızca iktidara destek olanlar değil, ona muhalif olan kitlelerin bir kısmı da inanabiliyor. Suriyeli göçmenlere duyulan tepkinin, “neden onlar için biz Suriye’de savaşıyoruz, neden onlar için bizim askerlerimiz orada ölüyor” şeklinde gerekçelendirilmesi, “bizim askerlerimizin” orada “onlar için” savaştığı yalanının peşinen kabullenildiğini dışa vuruyor aslında.

Oysa Erdoğan’ın Suriye’deki savaşının sivilleri korumakla ilgisi yoktur. Kendi sınırları içindeki Kürt kentlerinde yüzlerce sivili tank ateşiyle, SİHA’larla katledip birkaç kenti yerle bir eden bir iktidarın “sivil duyarlılığı” gösterdiği iddiası yalandan başka bir şey değildir. Suriye’deki savaş nedeniyle yüz binlerce sivilin ölmesi, milyonlarcasının göç yollarına düşmesi, Erdoğan ve egemenler açısından, yürüttükleri savaşın haksız doğasının üzerini örtmek için kullanışlı bir bahane olarak iş görüyor. Dört milyona yakın Suriyeli göçmenin Türkiye’ye sığınıp berbat koşullarda yaşamasına izin vermişlerse, tek dertleri kurulacak paylaşım masasında onlar üzerinden hak iddia etme şansına sahip olabilmektir. Ama bu göçmenler Erdoğan’a bir koz daha sağlamış oluyorlar. Erdoğan, bu göçmenleri Avrupa Birliği’ne karşı bir pazarlık kozu olarak, üstelik de düpedüz bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Bu göçmenlerden adeta köpekmişler gibi “salarım üzerinize” diye en ahlâksızca söylemlerle bahsetmesi, onları “salmama” karşılığında, para, askeri yardım ve Suriye’deki işgal harekâtlarına siyasi ve diplomatik destek talep etmesi şantajcılıktan başka bir şey değildir. Daha öncekiler gibi bu son işgal harekâtında da bu şantaj açıkça yapılmış ve Suriyeli göçmenlerin Türkiye’yi terk etmeleri için sınır kontrolleri kaldırılmıştır. “Kontrolü kaldırdık, AB’ye gidebilirsiniz” yalanına kanan binlerce göçmen AB’ye gitmek üzere bir kez daha derme çatma botlarla Yunan adalarına doğru yola çıkmış, çok daha fazlası bu kış ayında çoluk çocuk sınır kapılarına doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Ama Yunan sınır kapıları kapalı olduğundan orada açlıkla, soğukla ve Yunan burjuvazisinin gaz bombalarıyla baş başa kalmışlardır.

Göçmenlerin sınırda içine düştükleri bu kapan, sivillerin Erdoğan iktidarının umurunda olmadığını yeterince kanıtlıyor. Elindeki medya gücüyle bu durumun sorumluluğunu Yunan makamlarına ve AB’ye yıkmaya gayret gösterse bile, gerçeklik tarihe çoktan yazılmıştır. Bu faşist rejim bir gün yıkılacaktır ama bu şantaj Türk egemenlerinin alnında kara bir leke olarak kalmaya devam edecektir. Biz bir kez daha Erdoğan’ın yürüttüğü bu haksız savaşın gerçek nedenlerini hatırlatalım.

Gerçek neden: Emperyal hayaller ve Kürt düşmanlığı

TC egemenlerinin körüklediği savaşın iki temel nedeni vardır: Birincisi, Kürtlerin gerek TC sınırları içerisinde gerekse de dışarısında hiçbir şekilde yeni kazanımlar elde etmemesi ve kazandıkları hak ve mevzilerin de mümkün mertebe yok edilmesidir. İkincisi, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki paylaşım savaşından kazançlı çıkarak emperyalistleşme hayallerinin gerçek kılınması ya da en azından canlı tutulmasıdır.

Erdoğan ve kurduğu faşist blok, içerideki Kürt hareketinin ezilmesinde belli bir başarıya ulaşmış olsa da, Kürt hareketini dışarıda da etkisizleştirmeye ve Ortadoğu’daki nüfuzunu arttırmaya dönük attığı adımlarda büyük ölçüde başarısız olmuştur. İzlediği militarist ve yayılmacı dış politikanın iflası her kritik dönemeçte biraz daha belirginleştikçe, faşist rejim ABD ve Rusya arasında genliği giderek artan salınımlara başvurarak zaman kazanmaya çalışmış ve halen de çalışmaktadır. ABD ile Rusya arasındaki emperyalist çekişmenin yarattığı boşluklardan yararlanarak ve bir ABD’ye bir Rusya’ya yaltaklanarak ayakta kalmaya, emperyal niyetlerini canlı tutmaya çabalamaktadır.

Erdoğan bu gerçeklerin üzerini örtmek ve İdlib’i elde tutmak için, Esad ve Rusya’nın Soçi anlaşmasını ihlal ettiği yalanını ısrarla tekrarlıyor. Oysa Rusya’yla yaptığı Soçi anlaşmasına göre, M4 ve M5 otoyolları ulaşıma açılacak, bu yolların etrafındaki alan silahsızlandırılacak, bölgedeki “ılımlı muhalifler” ağır silahlardan arındırılacak, terörist olarak nitelenen gruplar ise tümüyle silahsızlandırılıp dağıtılacaktı. TC ve Rusya, bu koşulları sağlamak ve saldırıları durdurmak üzere bölgeyi çevreleyen gözlem noktaları kuracaklardı. Bu anlaşmanın hayata geçmeyeceğini, TC’nin verdiği sözleri tutmayacağını ve İdlib’te savaşın tekrar kızışacağını en başından itibaren söylemiştik. Nitekim aradan geçen uzunca süreye ve Rusya’nın tüm hatırlatmalarına rağmen, TC, kendisine verilen görevlerden hiçbirini yerine getirmediği gibi, bölgedeki tüm İslamcı grupları desteklemeye, silahlandırmaya devam etmiştir. Gelinen noktada sabrı taşan Esad rejimi ve Rusya, Soçi anlaşmasını ihlal eden TC’nin yerine getirmediği görevleri, kendileri çözmeye girişmişler ve cihatçı çetelere karşı askeri harekât başlatmışlardır. Ama sanki gerçeklik bu değilmiş ve sanki Esad ve Rusya bu anlaşmayı çiğniyorlarmış gibi, Erdoğan Şubat ayının başında Suriye devletine, Suriye topraklarından geri çekilmesi üzerine bir ültimatom verecek kadar zıvanadan çıkmıştır. Yavuz hırsız ev sahibini bastırmaya girişmiştir.

İdlib neden önemli?

İdlib, faşist rejim için neden büyük önem taşıyor? Bu soruyu, bir bütün olarak faşist blok düzleminde yanıtlamak doğru olmaz. Zira tam da bu husus konusunda faşist bloku oluşturan bileşenler arasında taban tabana zıt yaklaşımlar sözkonusudur. Türkiye’nin Batı blokundan kopup Rusya-Çin blokuyla işbirliğine girmesinden yana olan Avrasyacılar, “bizim İdlib’de işimiz yok, bırakalım Esad ve Rusya oradaki terörist grupları ezsin, sonra da onlarla birlikte Rojava’daki Kürtleri ezmeye girişelim” düşüncesindeler.

Diğer taraftan faşist blokun lideri konumundaki Erdoğan açısından İdlib büyük önem taşıyor. Her şeyden önce İdlib bölgesi Suriye açısından stratejik ve lojistik bakımdan büyük önem taşıyor; buranın kontrolünü elinde tutmak Suriye’nin geleceği üzerinde söz sahibi olmak demektir ki, Erdoğan’ın yeni-Osmanlıcı hayallerinin bir parçası budur. Bu hayal için de Suriye’deki cihatçı çetelere ihtiyacı vardır. İdlib, Türkiye beslemesi cihatçı çetelerin son sığınağı durumundadır. Suriye iç savaşını kızıştırmakta ABD’den sonra gelen ikinci güç olarak Türkiye’nin eğitip donattığı İslamcı güçlerin tümü diğer bölgelerde aldıkları yenilgiden sonra buraya toplanmış durumdadırlar. Burayı kaybederlerse Suriye üzerindeki iddialarını da kaybedeceklerini hem onlar hem de Erdoğan gayet iyi bilmektedir. Erdoğan, İdlib’in düşmesinin ardından Afrin ile Cerablus-Azez hattında işgal ettiği topraklardan da çıkmak zorunda kalabileceğinin farkındadır. Son dönemde İdlib’deki İslamcı çetelerinin bir kısmını Libya’ya kaydırmasının arkasındaki nedenlerden biri de, vurucu gücünün bir kısmını İdlib’deki olası bir felâketten kurtarma gayretidir.

Faşist blokta çatlak sesler

Faşist blokun iki farklı çimentosu mevcut: Kürt düşmanlığı ve Gülen cemaatine duyulan öfke. Bu çimentoların yapıştırıcı etkisi devam etmekle birlikte, Erdoğan ekibinin, İhvanla işbirliği temelinde yeni-Osmanlıcı emperyal hayalleri ve bu temelde izlediği Esad karşıtı politika, blok içerisinde ciddi gerilimler oluşturmaktadır.

Bu çizginin, Esad ve Rusya’yla tam işbirliği yapıp NATO kampından çıkmaktan yana olan Avrasyacılarla uyuşmazlığı apaçık ortadadır. Avrasyacıların ideologlarından Perinçek, izlenen politikanın ABD’nin işine yaradığını ve Amerika’nın tuzağına düşüldüğünü söylüyor: “FETÖ darbesini engelledik, ordumuz PKK terörüne karşı kararlılıkla mücadele ediyor. Sınır ötesinde Zeytin Dalı, Fırat Kalkanı, Barış Pınarı gibi sınır ötesi harekatlarla komşularımızla bağımızı güçlendirdik. Bu süreçte komşularımızla ittifaklarımızı güçlendirmemiz gerekiyor. Aksi bir süreç kaybetmemize neden olur. Doğu Akdeniz, Kıbrıs gibi harekat mevzilerimizi etkiler. Derhal frene basılmalı, süreç durdurulmalı ve Suriye ile artık dolaylı görüşmek yerine doğrudan görüşülmesi gerekmektedir. İki ülkenin de ekonomik, ticari, kültürel işbirliği yapması gerekir. Suriye ile Doğu Akdeniz’de en yakın müttefikiz. Bu süreç Türkiye’nin mevzilerine zarar verir. Suriye’nin bütünlüğü, Türkiye’nin bütünlüğü demektir. Bu süreci devlet aklıyla frenlemek gerekir. (…) Bırakalım Esad Suriye’yi birleştirsin. Bu çatışmalar ne bize, ne Suriye’ye yarar. Bu olay sadece ABD’ye yarar.” Erdoğan yandaşı kimi yazarlar arasında da benzer kaygıları paylaşanlar olduğunu belirtelim.[2]

Öte yandan, MHP lideri Bahçeli, İdlib’i elinde tutmak ve Esad rejimini devirmek hususunda ona açık çek vererek şöyle diyor: “İdlib’de kahredici gelişmelere şahitlik edilmiştir. Kanlı Suriye rejimi Türk askerini hedef almıştır. (…) Katil Esad defolup gidesiye kadar yüreğimiz soğumayacaktır. (…) Hem Suriye'yi hem de Türkiye’yi eşzamanlı kontrol etmeye çalışan Rusya iyi niyetli değildir. Hükümetin, Rusya ile ilişkileri yeniden gözden geçirmesi temennimizdir. (…) Şehitlerimizin vebali saldırgan Suriye kadar buna ortam hazırlayan Rusya’nın omuzlarındadır. Bununla yüzleşmek şarttır. (…) Türk milleti gerekirse, başka da seçenek görülmezse, Şam’a girmeyi şimdiden planlamalıdır. Yansın Suriye, yıkılsın İdlib, kahrolsun Esad.

İdlib’de Rusya ve Esad’a geri adım attırabilmek için Erdoğan’ın dengeleyici bir güç olarak bir kez daha ABD ve NATO’ya yaltaklanmaya başlaması, AB’ye yaranmak için Gezi davası sanıklarının (Kavala hariç) beraat ettirilmesi gibi gelişmeler ve “gerekiyorsa Rusya’yla da savaşırız” şeklindeki söylemler, faşist bloktaki gerilimleri arttırmıştır.[3] Erdoğan’ın dış politika danışmanlarından Profesör Mesut Hakkı Caşın, çapsızlığını ve beyninin dibini açığa vuracak şekilde zıvanadan çıkıp şunları söyleyebiliyor: “Rusya içeriden parçalanacak, Rusya’da 25 milyon Müslüman var, geçmişte 16 kez Rusya ile savaştık, tekrar yapacağız, intikamımız oldukça korkunç olacak”.

Aslında, eğer ABD Ortadoğu’ya dönük planlarında Kürtlere bir yer vermeyip bu planları TC’yle birlikte yürütecek olsa, Avrasyacı marjinaller dışındaki egemenlerin ABD’yle yaşadığı sorunlar çözüm yoluna sokulmuş olurdu.[4] Düne kadar TC ile Rusya’yı yan yana getiren esas mevzu, ABD’nin Kürtlere verdiği destek karşısında TC’nin kendisine bir dayanak bulma gayretiydi.[5] Suriye’de Kürtlerin önünü kesmek için Rusya’nın desteğine muhtaç olan TC, gördüğü desteğe rağmen diğer hiçbir sorunda Rusya ile aynı çizgide davranmıyor. Türk askerleri Libya’da Rus güçleriyle karşıt cephelerde savaşıyorlar. Türkiye Rusya’nın Kırım’ı ilhakını tanımadığı gibi bu ihtilafta Ukrayna’nın yanında olduğunu defalarca açıkladı. Hatta İdlib’deki son gerilimin hemen öncesinde Erdoğan’ın Ukrayna ziyaretinde takındığı tutum da Moskova’yı bir hayli kızdırmıştır. Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Orta Asya’da da Türkiye, ABD’yle aynı çizgide ve Rusya’nın karşısında yer almaktadır. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları, Kıbrıs ve Ege adaları meselesinde de Rusya Türkiye’nin tezlerine destek vermiyor. Tüm bu sorunların yanı sıra gerek Türkiye kapitalizminin Batı dünyasıyla organik birliği gerekse de ordunun her şeyiyle bir NATO ordusu olma konumu gibi olgular ortadayken, TC’nin Rusya’yla flört etmesinin çok uzun sürmeyeceği başından beri belliydi. Ancak eğer Rusya’yla dananın kuyruğu kopacaksa (ki Erdoğan da Putin de aslında bunu istemiyorlar), bunun diğer ihtilaflı alanlarda değil de, Suriye hususunda olması en güçlü ihtimaldir.

ABD ve Batı gerçekten de elini ovuşturuyor

Birkaç hafta öncesine kadar nasıl Rusya, TC ile ABD’nin arasına nifak sokmak için türlü oyunlar çevirdiyse, şimdi de ABD, TC’yi Rusya’ya karşı kışkırtıp arasını açmak için manevralar yapıyor. Dahası İdlib’in mevcut haliyle varlığını sürdürmesi ABD’nin de işine geliyor, zira Esad ve Putin orayla ilgilendiği sürece sıra Fırat’ın doğusuna gelmeyecektir ki bu da ABD’ye zaman kazandıracaktır. İdlib’in cihatçılardan temizlenmesi, Suriye’deki savaşın sonlanması bakımından önemli bir dönemeç noktası anlamına geleceğinden, bunu ABD’nin yanı sıra İngiltere’nin de istemediği görülüyor. Her iki büyük güç de Suriye’deki cihatçı çetelerin örgütlenmesinden, silahlandırılmasından, eğitilmesinden ve finansmanından başından beri sorumludurlar ve bu destekleri son dönemlerde azalsa bile devam etmektedir. İngiltere, İdlib’deki “Beyaz Baretliler” adlı sözümona sağlıkçı provokatör grubun halen hamiliğini yapmaktadır. BBC’nin İdlib’deki Türk askerlerine dönük hava saldırılarına Rusya’nın da dâhil olduğu bilgisini ifşa eden medya kuruluşu oluşu, İngiltere’nin Türkiye’yi İdlib’de Rusya’ya karşı kışkırtmak istediğini yeterli açıklıkla gösteriyor.

Erdoğan NATO’nun ve ABD’nin somut desteğini almak için yakarırken, ABD bu fırsatı onun burnunu sürtmek için kullanıyor. ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Kay Bailey Hutchison’ın şu sözleri “dersinizi aldınız mı” demek oluyor: “Umarım Cumhurbaşkanı Erdoğan, bizim onların geçmişinin ve geleceğinin müttefiki olduğumuzu ve S-400’ten vazgeçmeleri gerektiğini görür.” Avrupa Birliği de aynı çizgidedir; AP Türkiye Raportörü Nacho Sanchez de Türkiye-Rusya ilişkisine atıfla “AB, Türkiye’nin yeni dostlarından çok daha güvenilir” açıklamasını yapmıştır.

Daha düne kadar NATO’ya ve ABD’ye verip veriştirir gözüken iktidar, bugün her ikisine de yalvararak destek istemektedir. Onlardan alacakları destekle Rusya’nın gözünü korkutarak, Putin’in Esad rejimine geri adım attırmasını ya da daha da iyisi İdlib’e karışmayarak orada tarafsız kalmasını hayal ediyorlar. Böylesi somut bir askeri desteğin, Rusya’yla doğrudan karşı karşıya gelme riskini arttıracağından endişelenen ABD egemenleriyse, bir taraftan TC’ye “yürü koçum” diye gaz verirken bir taraftan da “nasıl destek verebileceğimizi gözden geçiriyoruz” şeklindeki bildik açıklamalarla onu pışpışlıyorlar. NATO’dan ve ABD’den talep ettiği “uçuşa yasak bölge ilanı” ve Patriot füzeleri hususunda avucunu yalayan iktidar, son kozlarını da masaya sürerek büyük bir kumar oynamaktadır. Dış politikada köşeye sıkışmışlığın yarattığı çaresizlik ve gözlerini kör eden yayılmacı hırsları, muktedirleri bu denli akıldışı bir noktaya sürüklemiştir.

Büyük kumar

Erdoğan, belli bir dönem boyunca, yaptığı kıvrak manevralar ona belli hareket alanları kazandırsa da, ya da en azından öyle görünüyor olsa da, her defasında yolun sonuna bir adım daha yaklaşmaktadır. Hem ABD hem de Rusya bu durumun farkındadır ve TC devletiyle oyun oynamaktadırlar. Erdoğan kendisini, kaybettikçe kaybettiklerini geri kazanmak için eli büyüten kifayetsiz kumarbaz konumuna düşürmüştür. Yeni-Osmanlıcı hayalleri suya düşerken eldekini koruma korkusu onu giderek artan ölçüde daha büyük akıldışı adımlara ve kumara sürüklemektedir. Savaş sahasındaki duruma, elindeki maddi ve askeri imkânlara, kendi gerçekliğine bakmaksızın beklentiler ve hayallere bel bağlayarak büyük bir kumar oynuyor.

Suriye topraklarında bugüne kadar gerçekleştirdiği tüm “harekâtları” Rusya’nın onayı ya da göz yummasıyla yapan TC, bu kez doğrudan Rusya’yla karşı karşıya gelmiş durumda. Ona aradan çekil çağrısında bulunuyor. Rusya, harekâtın ilk günlerinde Esad rejiminin arkasında kuvvetlice durmamayı tercih etti. Erdoğan’ın kumarı karşısında geçici olarak bir iki adım geri çekilerek onun gazını almayı tercih etmiş olabilir. Erdoğan’ın üst perdeden tehditlerini sonuna kadar götüremeyeceğinin Rusya da farkındadır; ama hem Türkiye’yle arasını daha fazla açmamak hem de Erdoğan’ı tümüyle itibarsızlaştırmamak için bir ara formül bulmaya çalışmaktadırlar. Rus diplomasisinin bu gibi formüller hususundaki becerisi biliniyor. M4 ve M5 otoyolların ulaşıma açılıp güvenliğinin sağlanması koşuluyla şimdilik İdlib’deki askeri operasyonlarını durdurmak, sınır bölgelerinde siviller için güvenli bölge kurmak gibi noktalar üzerinden mevcut durumu temel alan yeni bir harita üzerinde mutabık kalmaları, yani yeni bir ateşkes ilanı güçlü ihtimaldir. Ama bir kez daha tekrarlayalım ki, zaman Esad ve Rusya lehine işlemektedir ve bu tip bir ateşkesin de ömrü öncekilerden çok da farklı olmayacaktır. Erdoğan da bunu bildiğinden Rusya’nın bu yöndeki önerilerini reddetmiştir ama büyük ihtimalle, bugün olmasa da yarın, buna rıza göstermek zorunda kalacaktır. Yeter ki atacağı geri adımı iç kamuoyuna büyük bir zafer olarak sunabileceği birkaç kemik de önüne atılmış olsun.

TC’nin izlediği gerilimi tırmandırma taktiği, uluslararası ilişkiler uzmanları gibi, Saray’ın danışmanları tarafından da “uçurum diplomasisi” olarak adlandırılıyor. Buna göre, arzulanan hedefe varmak için, açıkça savaş ilanına ramak kalana kadar gerilim tırmandırılır, hatta kontrollü çatışmalara dahi girişilir ama krizin zirvesinde karşı tarafın ödün vermesiyle geri adım atılır. Ama unutulmamalı ki, uçurumun kenarında dans etmek, insanın kendisini hiç beklemediği anda uçurumun dibinde bulmasına da yol açabilir!


[1]      Erdoğan, kendi keyfine göre, kimin meşru kimin gayrimeşru olduğuna karar veriyor. Ona göre, Libya’da seçilmiş meclis meşru değildir, BM’nin meşru gördüğü hükümet muhatap alınmalıdır; Suriye’de ise BM’nin Suriye hükümeti olarak tanıdığı Esad hükümeti gayrimeşrudur. Bu arada, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, bu hengâme içerisinde ENKS temsilcileriyle (Rojava’daki Barzaniciler) görüşerek, ENKS’yi Kürtlerin “meşru temsilcileri” ilan ediyor. Sanki bir halkın meşru temsilcilerinin kim olduğunu tayin etmek işgalcilerin haddineymiş gibi.

[2]      Örneğin Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak dış politikadaki tüm bu baş döndürücü kıvırtmalardan rahatsızlığını dile getirerek, bu son gerilimin arkasında bir NATO tuzağı olabileceğinden duyduğu endişeyi dile getiriyor: “Dün dost olduklarımızla bugün restleşiyoruz. Şimdi tekrar, ABD ile kol kola girdik gibi. Ne onlar planlarından vazgeçtiler, ne biz. Ama dün kavgalı idik, bugün dost olduk. Dün dost olduklarımızla da bugün restleşiyoruz. Yarın yine bunun tersi olabilir. (…) Hal böyle olunca herkesle konuşuyor da, bizden biri ile ters düşünce, niye onunla tekrar konuşmayı denemiyoruz. Hatta bu yönde fikir beyan edenlere sert tepki gösteriyoruz. Sahi ABD’nin ipiyle Lazkiye’ye girebilir miyiz! Batılı ülkelerin Suriye konusunda Rusya’ya karşı bize böyle sıcak destekleri aklımı karıştırdı. Hem peynir büyük hem delik.. Bizi bir bataklığa çekip boğmaya kalkmasınlar. ABD önceki gün bize bunu yaptı, Rusya da bize dün bunu yaptı. (…) İster misiniz bizi Haleb’e, Şam’a, Lazkiye’ye doğru çeksinler, Rusları da bize karşı kışkırtsınlar. Bu bahane ile NATO’yu bölgeye getirsinler. Türkiye’ye NATO komutası ve şemsiyesi altında, bayrağı altında burada kalacaksın, sen şu bölgede dur desinler. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya bölgede üs kurarak bölgeye yerleşsin. Türkiye ile Rusya’nın arasını iyice açsınlar. İran’ı Lübnan, Suriye ve Irak’tan temizleyeceğiz diye her yerde operasyonlar yapsınlar. Bölgede tehlikeli bir oyun oynanıyor.

[3]        Erdoğan’dan sinyali alan kalemşorlar bir süredir yeni bir tornistanın temelini döşüyorlar. Yeni Şafak yazarı Zekeriya Kurşun, “Türkiye niçin savaştadır” başlıklı yazısında, “Türkiye Esad ile değil, bölgenin geleceğini belirlemek için yedi düvel ile savaştadır” diyerek, ABD ve NATO’nun yanı sıra savaşta olunan diğer unsurları şöyle sıralıyor: “Türkiye, Astana’ya, Soçi’ye ve Ankara görüşmelerine rağmen, Sovyet dönemi alışkanlıklarını değiştiremeyen; Batı bloku karşısında yaşadığı mağlubiyeti bir türlü hazmedemeyen, sıcak sularda bulunma efsanesinin esiri kararsız Rusya ile de savaştadır. İşine geldiğinde komşu, işine geldiğinde Müslüman; bazen de partner olarak görünüp Türkiye’ye karşı takiyye yapan İran ile; Sünniliği kirli amaçlarına zırh yapan Suudi Arabistan ve ona kuyruk olmuş olan Mısır yönetimleriyle de savaştadır. Türkiye, Libya’da BAE’nin piyonu olan Hafter ve Doğu Akdeniz’de pusuya yatmış İsrail ile savaştadır.” Hal böyleyse, Türkiye’nin bu savaşı kaybedeceği açık değil midir?

[4]        Doğu Akdeniz hidrokarbonları ve Kıbrıs sorunu Türk burjuvazisi açısından önemlidir, ama bunlar Kürt sorunu gibi ölüm-kalım sorunu olarak algılanmamakta ve bir uzlaşma yolu bulunabilecek sorunlar olarak görülmektedir.

[5]        Türkiye ile geliştirdiği ilişkiden Rusya’nın kârlı çıktığı muhakkak. Onun ABD’yle arasını daha da açmasını becerdiği gibi Türkiye’yle hayli kazançlı ve giderek artan bir ticaret ağı da kurmuş durumdadır. Son dönemdeki stratejik yatırımlar (Türk-Akım doğalgaz boru hattı, S-400 hava savunma sistemi, Akkuyu Nükleer Santrali gibi) her iki ülke için de büyük önem taşırken, gerek tarım ürünleri için gerekse de her yıl gelen 2,5 milyondan fazla turiste duydukları ihtiyaçtan dolayı Rusya Türk ekonomisi açısından önemli bir yere sahiptir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Kahrolsun Saray ve Onun Savaşı!, 1 Mart 2020, https://enternasyonalizm.org/node/285

yayın tarihi: 3 Mart 2020